Sosyal Devlet İlkesi ve Siyasal Tercihler Gençlerin Ak Parti’den Uzaklaşmasının Yapısal Dinamikleri

Sosyal Devlet İlkesi ve Siyasal Tercihler: Gençlerin Ak Parti’den Uzaklaşmasının Yapısal Dinamikleri

Bu yazıda bulgularına yer verilen bazı çalışmalar, Türkiye’de bireylerin toplumsal statüleri ile doğuştan sahip oldukları koşullar arasında güçlü bir ilişki olduğunu ortaya koymaktadır.

Bu yazıda bulgularına yer verilen bazı çalışmalar, Türkiye’de bireylerin toplumsal statüleri ile doğuştan sahip oldukları koşullar arasında güçlü bir ilişki olduğunu ortaya koymaktadır. Örneğin, çocuk yoksulluğu oranlarının yüksek seyretmesi, bireylerin yaşam başarısını belirleyen kritik bir unsur olan eğitim düzeyi ile ailenin sosyoekonomik durumu arasındaki belirgin bağlantıyı gözler önüne sermektedir. Bununla birlikte, Türkiye’de sosyoekonomik yaşama entegrasyon düzeyi, özellikle kadınlar açısından son derece düşük düzeydedir. Bu yapısal sorunlar, Türkiye bağlamında sosyal devlet ilkesinin taşıdığı hayati önemi bir kez daha gözler önüne sermektedir.

Ne var ki, kamu hizmetlerine erişimde eşitlik sosyal devlet anlayışının temel göstergelerinden biri olarak kabul edildiğinde, Türkiye uluslararası karşılaştırmalarda oldukça zayıf bir performans sergilemektedir. Dahası, 2000 yılından itibaren sosyal devlet göstergelerinde sürekli bir gerileme eğilimi söz konusudur. Ortaya çıkan bu tablo, toplumsal statü edinme mücadelesi veren genç kuşakların, içine doğdukları dezavantajlı koşullardan çıkmalarını önemli ölçüde zorlaştırmaktadır. Bu durum, yaşamları boyunca yalnızca Adalet ve Kalkınma Partisi (Ak Parti) iktidarını deneyimlemiş olan genç neslin, siyasal tutum ve davranışlarında söz konusu partiye karşı mesafeli ve eleştirel bir konum geliştirmesine zemin hazırlamaktadır.

İncelemeye, Ak Parti’nin oy oranlarındaki değişimi ele alarak başlamak gerekirse; parti, ilk kez katıldığı 2002 genel seçimlerinden itibaren, 2024 yerel seçimleri hariç olmak üzere tüm seçimlerde birinci parti olarak sandıktan çıkmıştır. Bu süreçte, Kasım 2015 genel seçimleri, %49,5 oy oranıyla partinin şimdiye kadar elde ettiği en yüksek desteği almış olduğu seçim olarak kayıtlara geçmiştir. Ancak son dönemde gerçekleştirilen kamuoyu araştırmaları, Ak Parti’nin oy oranının %30 seviyelerine gerilediğini ve artık ikinci parti konumuna düştüğünü göstermektedir. Aşağıda sunulan Grafik 1, Ak Parti’nin bugüne kadar katıldığı seçimlerde Türkiye genelinde elde ettiği ortalama oy oranları ile 2025 yılına yönelik anket ortalamasını yansıtmaktadır.

Yaşanan oy kaybı yalnızca Ak Parti ile sınırlı değildir. Şu ana dek katıldığı üç cumhurbaşkanlığı seçiminden de galip çıkan ve ilk iki seçimde birinci turda seçilmeyi başaran Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, güncel kamuoyu yoklamalarına göre anayasal çoğunluk olan %50+1 oy şartının oldukça gerisinde kalmaktadır. Erdoğan’ın oy oranı, rakibine bağlı olarak değişiklik göstermekle birlikte, birçok senaryoda seçimleri kaybettiği öngörülmektedir.

Yukarıda özetlenen genel tablo, Türkiye’de seçmenin büyük bölümünün mevcut sosyoekonomik ve siyasal durumdan memnuniyetsizlik duyduğuna işaret etmektedir. Bununla birlikte, özellikle son döneme ait kamuoyu araştırmaları incelendiğinde, bazı yaş gruplarında Ak Parti’ye ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’a verilen desteğin ülke genelindeki ortalamanın oldukça altında kaldığı görülmektedir. Bu gruplardan ilki, geçmiş seçimlerde yüksek oranlarda Ak Parti’ye oy vermesiyle bilinen emekliler ve 65 yaş üstü seçmenlerdir. Ancak güncel veriler, bu yaş grubunda artık Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) birinci parti konumuna yükseldiğini ortaya koymaktadır.

Öte yandan, genç seçmen kitlesi yaklaşan seçimler bakımından belirleyici bir rol üstlenmektedir. Zira çeşitli araştırmalar, bu grubun hem sayısal büyüklüğü hem de Ak Parti’ye verdiği desteğin ulusal ortalamanın oldukça altında olması nedeniyle seçim sonuçları üzerinde önemli etkiler yaratacağını göstermektedir. Toplum Çalışmaları Enstitüsü’nden (TÇE) Nihat Yıldırım’ın incelemelerine göre, önümüzdeki seçimlerde kayda değer bir oranda genç seçmen ilk kez oy kullanacaktır. Mevcut durumda 18-27 yaş aralığındaki seçmenler arasında Ak Parti’nin oy oranı Türkiye ortalamasının belirgin biçimde altında seyretmektedir. Bu bağlamda, 18-30 yaş grubunu oluşturan genç seçmen kitlesinin, önümüzdeki seçimler açısından kritik bir öneme sahip olduğu açıkça görülmektedir.

Yukarıda atıfta bulunulan çalışmaya ek olarak, Toplum Çalışmaları Enstitüsü tarafından yürütülen başka bir araştırma, 19 Mart sonrası başlayan protesto gösterilerine katılanların önemli bir bölümünü 24 yaş ve altındaki gençlerin oluşturduğunu ortaya koymuştur. Bu katılımcılara eylemlere dahil olma gerekçeleri sorulduğunda, en sık belirtilen iki nedenin “gelecek kaygısı” ve “hükümetin anti-demokratik uygulamaları” olduğu belirlenmiştir.

Peki, genç seçmenlerde Ak Parti’ye verilen desteğin ulusal ortalamanın belirgin biçimde altında kalmasının nedenleri nelerdir? Siyasal tutum ve davranışlar yalnızca ekonomik etmenlerle şekillenmez; ideolojik yönelimler başta olmak üzere bireyin politik tercihlerini etkileyen çok sayıda faktör bulunmaktadır. Özellikle 21. yüzyılda doğan bireyler açısından değerlendirildiğinde, küreselleşme gibi toplumsal dönüşüm süreçlerinin muhafazakâr eğilimlerin gelişimini sınırlandırıcı etkiler doğurabileceği ileri sürülebilir. Bununla birlikte, bu yazıda sunulan analizler, genç seçmenler arasında Ak Parti’ye yönelik mesafeli tutumların arkasında, sosyal devlet ilkelerinin zayıflamasına bağlı olarak ortaya çıkan yapısal faktörlerin etkili olabileceğini göstermektedir.

Bu bağlamda, Türk toplumunu nesnel veriler ışığında analiz etmek önem taşımaktadır. İlk olarak, ailenin sosyoekonomik statüsünün çocukların eğitsel başarısı üzerindeki etkisini ele almak yerinde olacaktır. Aşağıda sunulan Grafik 2, annenin eğitim düzeyinin çocuğun üniversite mezunu olma olasılığı üzerindeki belirleyici etkisini açık biçimde ortaya koymaktadır (Cünedioğlu & Uzunırmak, 2024). Bu dikkat çekici fark, Türkiye’de eğitimde fırsat eşitsizliğinin kuşaklar arası aktarıldığını ve bireylerin toplumsal konumlarını belirlemede eğitim düzeyinin, dolayısıyla aile geçmişinin kritik bir rol oynadığını gözler önüne sermektedir.

Konuyu daha derinlemesine irdeleyebilmek adına, Türk toplumuna ilişkin çarpıcı bir istatistiğin daha paylaşılması yararlı olacaktır. Grafik 3, hayatı boyunca hiçbir zaman kazanç karşılığı çalışmamış bireylerin oranını ülkeler arası karşılaştırmalı biçimde sunmaktadır (ISSP, 2019). Türkiye, %38,2’lik oranla bu alanda listenin başında yer almaktadır. Araştırmaya göre bu grubun %85’i kadınlardan oluşmaktadır. Hayatı boyunca herhangi bir ücretli işte çalışmadığını belirten kadınların %35’i hiç formel eğitim almadığını ifade ederken, yalnızca %8,1’lik bir kesimin yükseköğretim derecesine sahip olduğu tespit edilmiştir. Dolayısıyla, Türkiye’de bir çocuğun akademik ve toplumsal başarısını etkileyen annelik statüsü yalnızca eğitim düzeyiyle sınırlı kalmamakta; aynı zamanda annenin ekonomik yaşama katılım durumu tarafından da belirlenmektedir.

Bu çerçevede, toplumsal eşitsizlikler ekonomik koşullar üzerinden de derinleşmektedir. OECD verilerine dayanan Grafik 4, 0-17 yaş arası çocuklarda göreli yoksulluk oranlarını ülkelere göre karşılaştırmalı olarak sunmaktadır. Türkiye, %22,7’lik oranla çocuk yoksulluğu açısından 44 ülke arasında 7. sırada yer almakta ve bu alanda en olumsuz tabloya sahip ülkelerden biri olarak öne çıkmaktadır. Bu veriler, Türkiye’de genç nüfusun önemli bir bölümünün sosyoekonomik eşitsizlik koşulları altında büyüdüğünü ve bu eşitsizliklerin kuşaklar arası fırsatlara erişimi ciddi biçimde kısıtladığını ortaya koymaktadır.

Bu üç grafik birlikte değerlendirildiğinde, Türkiye’de bireylerin yaşam başarısını etkileyen unsurlar (eğitim düzeyi, yoksulluk oranı ve ekonomik katılım gibi) ile ailenin sosyoekonomik yapısı arasında güçlü bir ilişki bulunduğu açıkça görülmektedir. Bu durum yalnızca mevcut eşitsizliklerin yeniden üretilmesine yol açmakla kalmamakta, aynı zamanda bu çalışmada sunulan veriler ışığında, alt sınıflardan gelen bireylerin daha üst sosyal katmanlara yükselmesini sistematik biçimde zorlaştırmaktadır. Bu noktada, Türk toplumuna ilişkin şimdiye dek sunulan verileri bütüncül biçimde değerlendirebileceğimiz önemli bir kavramsal çerçeve bulunmaktadır: sosyal mobilite.

Sosyal mobilite, ekonomik eşitlik ve toplumsal adalet açısından son derece kritik bir kavramdır. Bireylerin ya da kuşakların zaman içerisinde sosyoekonomik konumlarında yaşanan değişimi ifade eder ve hem mutlak hem de göreli biçimlerde analiz edilebilir. Göreli sosyal mobilite, bireylerin ebeveynlerine kıyasla daha iyi yaşam koşullarına erişebilme kapasitesini ifade ederken; mutlak sosyal mobilite, bireylerin toplum içindeki konumlarını diğer bireylere göre nasıl değiştirdiklerini yansıtır. Özellikle göreli sosyal mobilite, ekonomik düzlemde kuşaklar arası gelir elastikiyeti gibi göstergelerle ölçülür; bu değerin sıfıra yaklaşması, sosyal mobilitenin yüksek olduğu, yani bireylerin aile geçmişlerinden bağımsız olarak başarı elde edebildikleri bir toplumsal yapıyı ifade eder (WEF, 2020).

Yüksek sosyal mobiliteye sahip ülkelerde, bireyler düşük gelirli ailelerde dünyaya gelseler dahi toplum içinde yukarı yönlü hareket etme olasılıklarına daha fazla sahiptir. Buna karşılık, göreli mobilitenin sınırlı olduğu ülkelerde bireylerin toplumsal konumu büyük ölçüde ebeveynlerinin sosyoekonomik statüsüne bağlı olarak şekillenmektedir. Bu durum, yoksulluğun kuşaklar boyunca kalıcı hale gelmesi ve zenginliğin korunması gibi yapısal sorunlarla kendini göstermektedir. Nitekim, Güney Afrika ve Brezilya gibi ülkelerde düşük gelirli bir ailenin ortalama gelir düzeyine ulaşması yaklaşık dokuz kuşak sürerken, Danimarka’da bu sürenin yalnızca iki kuşak olması, ülkeler arasındaki sosyal mobilite farkını çarpıcı biçimde ortaya koymaktadır (OECD, 2025).

Bu bağlamda, aşağıda sunulan Grafik 5, ülkeleri sosyal mobilite düzeylerine göre karşılaştırmalı olarak değerlendirme imkânı sunmaktadır. Grafik verilerine göre Danimarka (85,2), Norveç (83,6) ve Finlandiya (83,6) gibi ülkeler, vatandaşlarına yüksek düzeyde sosyal hareketlilik imkânı tanımaktadır. Buna karşılık Türkiye, 82 ülke arasında 64. sırada yer almakta ve son derece düşük bir sosyal mobilite performansı sergilemektedir. Bu durum, Türkiye’de fırsat eşitliği ilkesinin yeterince güçlü bir şekilde işlemediğini ve alt sosyoekonomik katmanlardan üst katmanlara yükselmenin oldukça sınırlı bir olasılık olduğunu göstermektedir.

Türkiye’nin küresel düzeydeki sosyal mobilite konumunu ortaya koyan bu grafiğe ek olarak, sosyal mobilitenin toplumların genel refah düzeyiyle ilişkisini irdeleyen bir analiz daha sunulmuştur. Grafik 6, ülkelerin sosyal mobilite endeksi ile kişi başına düşen gayrisafi yurt içi hasıla (GSYH) arasındaki korelasyonu göstermektedir. Bu veriler, sosyal mobilite düzeyi yüksek olan Norveç, Danimarka ve İsviçre gibi ülkelerin aynı zamanda yüksek kişi başı gelir seviyelerine sahip olduğunu ortaya koymaktadır. Buna karşılık, Türkiye düşük sosyal mobiliteye sahip ülkeler arasında yer almakta ve bu sınırlı hareketlilik, ülkenin kişi başına düşen gelir düzeyine de olumsuz biçimde yansımaktadır.

Ancak Türkiye’de mesele yalnızca sınıfsal hareketliliğin zayıflığıyla sınırlı değildir. Grafik 7’nin de ortaya koyduğu üzere, gelir gruplarının toplam gelirden aldıkları pay yıllar içinde belirgin biçimde değişmiştir. En üst %1’lik kesimin gelirden aldığı pay, 2007 yılında %16,7 seviyesindeyken, 2023 itibarıyla %24’e yükselmiştir. Buna karşılık, en alt %50’lik kesimin gelirden aldığı pay aynı dönemde %16,7’den %14,1’e gerilemiştir. Bu tablo, yalnızca yoksul kesimlerin daha üst sınıflara yükselememesini değil, aynı zamanda mutlak gelir kaybına uğradıklarını da ortaya koymaktadır. Başka bir ifadeyle, alt sınıflar sadece yerinde saymakla kalmamakta, aynı zamanda daha da yoksullaşmaktadır.

Peki, yukarıda sunulan toplumsal ve ekonomik eşitsizlik tablosu ile Ak Parti genç seçmenlerden ulusal ortalamanın oldukça altında destek alması arasında bir ilişki kurulabilir mi? Bu soruya kesin ve kapsamlı bir yanıt verebilmek için, Türkiye’nin göreli sosyal mobilite düzeyinin zaman içerisindeki seyrini, Ak Parti öncesi dönemler dâhil olmak üzere incelemek ve bunu partilerin oy oranlarıyla karşılaştırmak gerekmektedir. Bu ise çok boyutlu, uzun soluklu ve detaylı bir analiz süreci gerektirir. Bununla birlikte, bu yazının kapsamı çerçevesinde analizlerimizi yönlendirebilecek kavramsal bir çerçeve olarak “sosyal devlet” ilkesi öne çıkmaktadır.

Sosyal devlet; toplumsal eşitsizlikleri azaltmayı, fırsat eşitliğini sağlamayı ve dezavantajlı grupları korumayı amaçlayan temel bir ilke bütünüdür. Günümüzde yüksek sosyal hareketlilik düzeyine sahip olan ülkelerin büyük bir bölümünde, sosyal devlet prensiplerine güçlü biçimde bağlılık gözlemlenmektedir. Bu doğrultuda, Ak Parti hükümetlerinin sosyal devlet ilkelerine ne ölçüde sadık kaldığı ve özellikle genç nüfusun eşitsizlikten kaynaklanan ihtiyaçlarına ne derece cevap verebildiği, yaşamları boyunca yalnızca bu iktidarı deneyimlemiş genç kuşağın siyasal yönelimlerini etkileyen temel etkenlerden biri olabilir. Eğer gençler, sosyal devletin koruyucu ve destekleyici mekanizmalarından yeterince faydalanamadıklarını, kamu hizmetlerinin adil biçimde sunulmadığını ya da fırsat eşitliğinin ihlal edildiğini düşünüyorlarsa, bunun siyasal tercihlere ve davranışlara yansıması kaçınılmazdır.

Bu noktada belirtmek gerekir ki, bu yazı kapsamında sosyal devlet ilkesi çerçevesinde kamusal hizmetlere erişimin farklı sosyoekonomik gruplar arasında nasıl dağıldığına dair doğrudan bir analiz sunulmamaktadır. Zira, toplumun yaklaşık %38’inin hayatı boyunca kazanç karşılığı bir işte çalışmadığı bir bağlamda, sosyoekonomik tabakalara dayalı ayrımlar üzerinden yapılacak değerlendirmeler metodolojik olarak sınırlı kalabilmektedir. Bu nedenle, devletin kapsayıcılık ve eşitlik ilkelerine ne ölçüde bağlı kaldığı, sosyoekonomik statü temelli değil; daha çok siyasi gruplara ve toplumsal kesimlere yönelik yaklaşımı üzerinden değerlendirilmiştir.

Bu çerçevede, Grafik 8, Türkiye’de kamu hizmetlerine erişimin siyasal gruplar arasında nasıl dağıldığını gösteren bir endeks değerini sunmaktadır. Endeks; eğitim, sağlık ve güvenlik gibi temel kamu hizmetlerinin toplumsal gruplar arasında ne ölçüde adil biçimde paylaşıldığını ölçmektedir. Grafik incelendiğinde, 2000 yılından itibaren söz konusu endeksin genel olarak düşüş eğiliminde olduğu görülmektedir. Her ne kadar 2019–2021 yılları arasında görece bir iyileşme yaşanmış olsa da, son yıllarda bu kazanımlar tersine dönmüş ve 2023 itibarıyla kamu hizmetlerine erişim bağlamında siyasal gruplar arasında ciddi bir adaletsizlik yeniden belirginleşmiştir. Bu durum, sosyal devlet ilkelerinden uzaklaşıldığını ve kamu hizmetlerinin siyasal tercihlere göre dağıtıldığına dair algının toplumsal düzeyde güç kazandığını göstermektedir. Özellikle genç seçmen açısından bu algı, güven kaybını daha da derinleştiren bir unsur olarak değerlendirilebilir.

Endeks değerinin yıllar içindeki değişimine ek olarak, Grafik 9, 2023 yılı itibarıyla Türkiye’nin bu alandaki uluslararası konumunu göstermektedir. Grafiğe göre Türkiye, kamusal hizmetlerin siyasal tercihlere göre dağılımı bakımından 175 ülke arasında 146. sırada yer almaktadır.

Son olarak, Grafik 10, devlet kadrolarına yönelik istihdamda siyasal gruplar arasında ne ölçüde eşitlik sağlandığını gösteren endeks değerlerini sunmaktadır. Endeksin yüksek olması, kamu istihdamında siyasal ayrımcılığın düşük olduğunu ve kadroların liyakat temelinde dağıtıldığını göstermektedir. 2023 verilerine göre Türkiye, bu endekste 175 ülke arasında 145. sırada yer almakta ve Çad ile Yemen arasında konumlanmaktadır. Bu düşük performans, Türkiye’de kamu kadrolarının siyasal aidiyet temelinde şekillendiğine dair güçlü bir toplumsal algının varlığına işaret etmektedir. Türkiye’nin bu alandaki konumu, özellikle genç seçmenlerin Ak Parti iktidarına karşı geliştirdiği eleştirel tutumu anlamlandırmak açısından önemli bir gösterge niteliğindedir.

Sonuç olarak, bu yazıda sunulan veriler, annenin eğitim düzeyi ve ekonomik yaşama katılımı gibi belirleyici faktörlerin bireylerin sosyoekonomik konumunu önemli ölçüde etkilediğini ve Türkiye’nin sınıflar arası hareketlilik açısından zayıf bir performans sergilediğini ortaya koymaktadır. Bu yapısal eşitsizliklerin ortadan kaldırılmasında belirleyici olan sosyal devlet ilkeleri bağlamında ise; fırsat eşitliği, kamu hizmetlerinin adil dağılımı ve liyakate dayalı kamu istihdamı gibi temel alanlarda Türkiye’nin düşük performans sergilediği anlaşılmaktadır.

Yapılan saha araştırmalarından elde edilen bulgular, özellikle genç kuşakların söz konusu eşitsizlikleri yalnızca soyut veriler yoluyla değil, doğrudan kişisel deneyimleri aracılığıyla hissettiklerini göstermektedir. Bu durum, genç bireyleri mevcut siyasal düzene karşı daha mesafeli ve eleştirel bir tutum geliştirmeye yöneltmektedir. Dolayısıyla genç seçmenlerin siyasal tercihleri yalnızca ekonomik göstergelerle açıklanamaz; bu tercihler aynı zamanda sosyal adalet, liyakat, eşitlik ve kapsayıcılık gibi değerlere duydukları bağlılık üzerinden şekillenmektedir. Bu bağlamda, mevcut siyasi yönetimin gençlerin sosyoekonomik statülerine ilişkin yukarı yönlü hareketlilik sağlayabilmesi için yalnızca ekonomik büyümeye odaklı politikalarla yetinmemesi; bunun yanında sürdürülebilir, bütüncül ve gerçekçi toplumsal eşitlik politikalarını hayata geçirmesi artık bir zorunluluk haline gelmiştir.

Kaynakça: