Başlıktaki ifade Süleyman Demirel’e ait. Merhum Demirel’in, pek çoğu totoloji yahut mizah kabul edildiği için gerçek değerini bulamadığını düşündüğüm sözlerinin başında geliyor yukarıdaki ifade. Demirel ve onun nesli siyasetçilerin çoğu, sosyal bilimlere uzak alanlardan gelmelerine rağmen entelektüel kapasiteleri yüksek, memleket namına kaygılarını sağlam bir zeminde temellendirecek yoğun okumalardan damıtılmış rafine insanlardı. Her şeyden önce tarih bilirler, neyin nasıl kazanıldığı yahut kaybedildiği konusunda kendilerini “komik” durumlara düşürmezlerdi.
1923’te nüfusumuzun büyük kısmı etnik Türklerden oluştuğu için, batıya göre gecikmeli de olsa kurduğumuz ulus devlete Türkiye, kurucu halkın adına da Türk milleti dedik. Esasen 12. yüzyıldan itibaren Türk nüfusu Anadolu’yu domine etmeye başladığı için yabancı kaynaklarda Küçük Asya’nın Türk’ten türetilmiş isimlerle anıldığını biliyoruz. 1923’te nüfusumuzun çoğunluğu Boşnak, Arnavut yahut Kürt olsaydı ulusun ismi söz konusu adlardan biri olabilirdi. Ulus devletin ve ulusun inşasındaki tüm modern örneklerde çoğunluk kimliğin ismi çatı isim olarak benimsenir. Bu benimsenme, o isme sahip olanlar en iyi, en eğitimli, en kuvvetli oldukları için değil; en çok oldukları ve çokun üzerine azları ilave edip bir ulus inşa etmenin en akli olan yol olmasındandır. Daha sert ve net ifade edeyim: Türklerin tarihi başarıları, kendilik bilinçleri, enternasyonel şöhretleri nedeniyle değil, çoklukları nedeniyle Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran halka Türk denebildi. Zor bir coğrafyada, zor zamanlarda kaderlerini bizden ayırmayan tüm gruplarla beraber Türk milletini inşa etmeye, modern bir ulus olarak inşa etmeye giriştik.
1923’e gelindiğinde ömürlerinin büyük kısmını Balkanlarda, Arap çöllerinde, Kafkasya ve Anadolu’da savaşların içinde yoğrularak geçirmiş kadroların iş başında olduğunu, anılan coğrafyaları kaybetmemek için nice şahsi bedeller ödediklerini hatırdan çıkarmamak gerekir. Savaşarak çekilmiş ve Anadolu’ya bin bir mücadele ile tutunabilmiş bir kadronun, dünyadaki örnekleri de inceleyerek modern, güçlü ve bir daha işgal edilemeyecek kadar yekpare bir devlet kurmak istediklerinde şüphe yok.
Peki, kuruluş sürecinde ve sonrasında devlet eliyle haksızlığa uğramış, ötekileştirilmiş kimseler yok mudur? Elbette vardır. Ama bu etnik bir motivasyonla yapılmamıştır. Hatta çok daha öncelere gidildiğinde görülecektir ki: Türk devlet geleneğinde etnik motivasyon hemen hiç olmamıştır. Bir buçuk yüzyıla yayılan Celali isyanlarında devlet ayaklanmaları bastırırken karşısındakiler etnik Türklerdi. Milli Mücadele’de kurulan İstiklal Mahkemeleri’nin lokasyonlarına bakıldığında, yargıladıkları kişilerin etnik kökenlerine dair kanaat oluşacaktır: Ankara, Konya, Isparta, Sivas, Kastamonu, Pozantı, Diyarbakır, Eskişehir, Samsun.
İstiklal Savaşı’nda, seferber edilebilen tüm varlığımızla işgalcilerle mücadele ederken diğer taraftan iç isyanlarla uğraşılıyordu. Bugün gündemden düşmeyen, daha sonraki Şeyh Sait, Seyit Rıza kalkışmaları gibi, nüfusun tümünün etnik Türklerden oluştuğu yerlerde çıkan ayaklanmalar da en önemli sorunlarımızdandı. Konya’da, Afyon’da, Yozgat’ta, Bolu’da bir kısım Türklerin isyanlarını bastırmakla da uğraşıyorduk.
Tümü İngiliz kışkırtmalı bu isyanlar, milli mücadelemizin başarıya ulaşmasını geciktirerek on binlerce masumun hayatını kaybetmesine, yaralanmasına, büyük ıstıraplar çekilmesine neden oldu. Yozgat başta olmak üzere bazı isyan bölgelerinde, mevcudunun büyük çoğunluğu Çerkeslerden oluşan Kuvâ-yi Seyyâre isyanları bastırdı. Yani etnik Türklerin isyanını, etnik Çerkesler Türk milli mücadelesi namına bastırmıştı. Etnik Kürtlerin isyanlarının bastırılmasında devletine bağlı etnik Kürtlerin katkıları da bu bağlamda ele alınabilir. Tıpkı bugünlerde ciddiyetsiz bir şekilde onurları kırılmaya çalışılan güvenlik korucuları gibi.
’80 darbesi sonrası Diyarbakır Cezaevi’ndeki solcu etnik Kürtlere yapılan insanlık dışı işkenceler, Mamak’ta çoğu etnik Türk olan sağcılara da yapılmaktaydı. O zamanın devleti 28 Şubat’ta başörtülü kızların eğitim hakkını engellerken etnik kökenini umursamıyordu. Yakın zamanda Saraçhane’de tutuklanan öğrencilerin etnik kökenleri ne devletin ne de kamuoyunun meselesiydi.
Merhum Demirel’in zekâsının dışa vurumu olan mizahiliğinin gölgesinde kalan ama keskin bir gerçekliği anlatan sözü aslında şunu kastediyor: Sadece 1923’teki son devletimiz değil, tüm Türk devlet geleneğinde, iyi-kötüden bağımsız olarak, idare kendisine tehdit olarak algıladığını “ezerken” etnik bir çifte standart sahibi değildir. Hiç olmamıştır.
Şüphesiz bu gerçeklik, acı çekenin acısını yahut talebi olanın talebini yatıştırmaz. Yine Demirel’e atıfla “Dün dündür, bugün bugündür.” denilebilir. Doğrudur da.
Peki bugünkü tablo nasıl? Eğer etnik Kürt iktidar bloğundaysa kendisini “eşit yurttaş” hissedebiliyor. Tıpkı Hüda-Parlılar gibi. Muhalif etnik Kürtseniz eşit yurttaşlık çok zor. Bu bakımdan DEM’lileri anlamak mümkün. Devam eden açılım süreci DEM’i iktidar bloğunda konumlandırırsa onlar da “eşit yurttaşlığın” tadını çıkarabilir.
Tıpkı 2016 öncesi iktidara muhalifken Tayyip Bey’in varlığını milli güvenlik tehdidi kabul edip “öz vatanında parya” psikolojisiyle yaşarken, 2016 sonrası Tayyip Bey’in “olmamasını” milli güvenlik tehdidi olarak görüp “eşit vatandaşlığa” terfi eden MHP’liler gibi.
Bugün etnik Kürt Hüda-Parlı yahut AK Partili mi “eşit yurttaş”, yoksa etnik Türk CHP’li, İYİ Partili yahut Zafer Partili mi?
Şunu kabullenmekten çekinmemeliyiz: Bir Türk iktidardaysa “eşit yurttaş”, muhalefetteyse “eşit yurttaş” değildir. Birebir aynı durum Kürtler için de böyledir.
Esasında kitlesel olarak iktidara mensup olanlar da dahil, tüm ülkenin modern “eşit yurttaşlık” haklarına ve huzuruna sahip olduğunu söylemek pek mümkün değil. Olsa olsa eşit hissetme yanılsaması vardır.
Anayasa üstüne bina edilen “Türk” adını kadim devirlerden beri taşıyan etnik Türklerin eşit vatandaş gibi hissedebilmesi bile iktidara yakınlığıyla ölçülürken, etnik Kürtlerin bir siyasi blokunun eşitliği kitapçığa girecek bazı kelimelerde aramasını rasyonel bir çaba olarak görmüyorum.
Rasyonel değil ama çaba olduğu açık. Bu çabanın aktörlere göre nedenleri bakımından ayrıştığı da açık. Tayyip Bey için farklı, Bahçeli için farklı, Bahçeli’nin ifadesiyle “PKK kurucu önderi Abdullah Öcalan” için farklı nedenlerle sergilenen bir çaba olduğu görülüyor.
Doğrusu, nedenleri bakımından değerlendirildiğinde süreçten kârlı çıkacak olanın tüm aktörler içinde yalnızca Tayyip Bey olabileceği kanaatindeyim. Kaybedenler listesi ise hayli uzun olabilir.