19 Mart 2025 tarihinde İstanbul Büyükşehir Belediye başkanı Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınması ve sonrasında yaşanan hadiseler hem demokrasinin işleyişi hem de siyasetin seyri açısından büyük tartışmaları da beraberinde getirmiştir. Özellikle hukuk-siyaset ilişkisinin nasıl olması gerektiğine dair tartışmalar, önümüzde günlerde de canlılığını koruyacağa benzemektedir. Başta söylemek gerekirse, özelde muhalefetin genelde ise siyasetin hukukla şekillendirilmesi çabasının toplumsal düzene zarar verici etkileri açıktır. Hukukun siyasete yön vermesi ya da başka bir ifadeyle siyasetçilerin hukuku kendi menfaatleri doğrultusunda şekillendirmesi hem demokrasiyi raydan çıkarma hem de hukukun tarafsızlığını zedeleme gibi kötü sonuçlar doğuracaktır.
Hukuk, bir toplumun güvencesidir. Zira o adaletin, eşitliğin ve özgürlüğün teminat altına alınması için vardır. Fakat hukukun güç sahiplerinin çıkarlarını koruyan bir mekanizma haline gelmesi, hukukun temel işlevini ortadan kaldıracaktır. Yasaların iktidarın menfaatini korumak veya muhalefetin sesini kısmak için kullanılmaya başlanması vatandaşların adalet duygusunu tahrip edecektir. Hukukun siyasallaşması ve araçsallaştırılması, yasaların evrensel değerler yerine siyasal çıkarları önceleyen bir yapıya dönüşmesine sebep olacaktır. Hukuk ve iktidar ilişkisini düşünürken Carl Schmitt’in meşhur “olağanüstü hâl” kavramını hatırlamak önemlidir. Schmitt’e göre “egemen, olağanüstü hâle karar verendir”[1]. Siyasal iktidar hukuku askıya alma ve yeniden tanımlama yetkisini elinde tuttuğunda, hukuk artık evrensel ve nesnel bir yapı olmaktan çıkacak; iktidarın menfaat ve sıhhatine hizmet eden bir araca dönüşecektir.
Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasıyla başlayan süreçte toplumun büyük bir kısmı hukukun iktidar tarafından siyasete müdahale etmek için kullanıldığını düşünmektedir. Siyasetin hukuk ile dizayn edilmesi, hukukun tarafsızlığına ve evrenselliğine zarar verirken, demokratik süreçlerin sağlıklı işlemesini de engelleyecektir. Çünkü esas olan hukukun iktidarın aracı değil, toplumun ortak vicdanı ve adalet mekanizması olarak kalmasıdır. İmamoğlu’nun önce diplomasının iptal edilmesi, daha sonra da tutuklanması büyük bir toplumsal tepkiyi de beraberinde getirmiştir. Bilhassa üniversite öğrencilerinin öncülük ettiği büyük gruplar protestolarla bu duruma tepki göstermiştir. İstanbul ve birçok şehirde meydanlara çıkan yüz binler ikaz ve itirazlarını yüksek bir sesle ifade etmiştir. Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasının siyasi bir motivasyonla yapıldığına dair şüpheler, toplumda ciddi bir tepki doğurmuştur. İnsanlar, adaletin gerçekten sağlanıp sağlanmadığını sorgulamak ve gördükleri adaletsizliğe karşı seslerini yükseltmek için meydanlara inmiştir.
Günlerdir devam eden eylem ve protestolar adalete dair derin bir şüphenin tezahürüdür. Eğer bir siyasi figür, hukuki bir süreç sonucunda adil bir şekilde yargılanıyor ve suçlu bulunuyorsa, bu durum toplum tarafından kabul edilebilir. Ancak sürecin siyasi müdahalelere açık olduğu ya da hukukun bağımsızlığının ihlal edildiği izlenimi oluştuğunda, vatandaşların bu duruma tepki göstermesi, toplum vicdanının bir yansıması olarak değerlendirilmelidir. Vatandaşlar hukukun siyasallaşmasına ve adaletin bir araç olarak kullanılmasına karşı bir duruş sergilemektedirler. Bu eylemleri kriminal olaylar silsilesi değil, meşru ve sivil bir itiraz biçimi olarak görmek gerekmektedir. İktidar sahiplerine düşen görev, bu olaylara şiddet ve zor kullanarak değil, eylemcileri ikna ederek mukabelede bulunmaktır. Unutulmamalıdır ki, bu olaylar bir yaş grubunun (gençlerin) ya da toplumun sadece bir kısmının (muhaliflerin) tepkisi değildir. Toplumun tamamına hâkim olan politik memnuniyetsizliğin yüksek sesle dile getirilmesidir. Bu bakımdan toplumun her kesimine yayılan memnuniyetsizliğin giderilmesi iktidar sahiplerinin birincil vazifesidir.
Saraçhane olayları, demokratik bilinç ve politik katılım açısından değerlidir. Vatandaşların adalet talepleri, gelecekte daha güçlü bir demokrasi ve hukuk düzeni oluşturulması için kritik öneme sahiptir. Protestoların bizatihi değiştirici ve dönüştürücü etkisi unutulmamalıdır. Çünkü her protesto, protestoya katılan kişinin “özgüven, eleştirel düşünce yetisi ve siyasi bilgi birikimi kazanmasını sağlamaktadır”[2].
Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanması, sadece bir bireyin özgürlüğünden yoksun bırakılması değil, aynı zamanda halkın iradesine yönelik bir müdahale olarak görülmüştür. Bu nedenle, mezkûr olaylar, sadece İmamoğlu’nun şahsına değil, toplumsal adalet ve demokratik düzenin korunmasına yönelik bir talep olarak okunmalıdır. Bu talep, Türkiye’nin geleceği açısından da umut vericidir. Çünkü bu eylemler herhangi bir partinin tekelinde değildir. Birbirine çok uzak görünen kişilerin ve grupların bir araya gelerek adalet taleplerini yüksek sesle dile getirmesidir. Tanışma, kaynaşma ve diyalog zemininin genişlemesi için güzel bir fırsattır. Demokrasi hikayemizin kökleşmesi ve güçlenmesi açısından da takdire şayandır.
Saraçhane olayları, Türk gençliğinin politikayla ilgisi ya da ilgisizliğine dair algıların yıkılması açısından da mühimdir. Çünkü eylemler, apolitik olmakla itham edilen gençlerin bu ithamlara güçlü bir cevabıdır. Eylemlerde atılan sloganlar, açılan pankartlar ve dile getirilen talepler yüksek zekâ parıltısının olduğu kadar güçlü bir politik kavrayışın tezahürüdür. Çünkü politika, bireylerin özgür iradeleriyle, gönüllü olarak meydana getirdikleri kolektif bir diyalog ve müzakere zeminidir. Hannah Arendt, şöyle demektedir: “Politik olmak, her şeyin güç ve şiddetle değil sözcüklerle, ikna yoluyla kararlaştırıldığı yerde yaşamaktır”[3]. Gençlerin sesine kulak verilmesi hem toplumsal barışın sağlanması hem de demokratik değerlerin korunması açısından büyük önem taşımaktadır. Eylemlerde duyulan adaletin sesi savaş naralarıyla bastırılmamalıdır. Barışta, birlikte, kardeşlikte sağlanan düzen; hakaret, küfür ve iftiraların kaosuna teslim edilmemelidir.
Saraçhane olayları sadece bir adalet arayışının değil, aynı zamanda bir gelecek arayışının tezahürüdür. Milyonlarca insan, Türkiye’de mutlu ve huzurlu bir gelecek umudunu yitirmiş durumdadır. “İnsanlar sokakta ne arıyor?” sorusunun cevabı açıktır: Adalet ve gelecek.
Bir yandan adalet duygusu sürekli yara alırken diğer yandan gelecekle ilgili kaygılar sürekli artmaktadır. Toplum Çalışmaları Enstitüsü tarafından “İmamoğlu Protestoları Katılımcı Analizi (Ankara Örneği)” adı ile yayınlanan saha çalışmasında da insanları eylemlere katılmaya motive eden en önemli unsurlar arasında adalet ve gelecek kaygısı ön plana çıkmaktadır. Protestoculara, “Türkiye’nin çözülmesi gereken en önemli sorunu nedir?” diye sorulduğunda %54,3’ü adalet seçeneğini işaretlemiştir[4].
Örselenen adalet duygusuyla birlikte geleceğin geçmişten ve şimdiden daha iyi olmayacağına dair kanaat, her geçen gün daha da pekişmektedir. Protestocuları eylemlere katılmaya motive eden en önemli sebepler sorulduğunda “gelecek kaygısı” %60,6 ile en çok tercih edilen seçenek olmuştur[5]. Bu nedenle, eylemleri hem adalet hem de gelecek arayışı olarak değerlendirmek yerinde olacaktır.
Bir arayış olarak değerlendirilmesi gereken eylemler, içinde umudu da barındırmaktadır. Çünkü insanların kaybolan adaleti ve geleceği başka bir yerde değil de Türkiye’de araması, iktidarı elinde bulunduranlar açısından bile başlı başına umut verici bir hadisedir. Çünkü Türkiye’de kaybedilen şeyler yine Türkiye’de bulunacaktır.
Türkiye’nin geleceğine dair bakış açıları her ne kadar umutsuz da olsa, vatandaşlar, umudu arama girişiminden bıkmamıştır. Bu da canlı, aktif, enerjisi yüksek bir politik iradenin tezahürüdür. Alman düşünür Theodor Adorno, Max Horkheimer ile konuşmalarında şu ifadeyi kullanmıştır: “İlk defa artık daha iyisini tahayyül edemediğimiz bir dünyada yaşıyoruz”[6]. Dünyaya dair bu ümitsiz bakış, sinik bir varoluşa kapı aramamalıdır. Eylem ve itiraz kültürünü geliştiren gençler, ümide dair inancı da canlı tutmaktadır. Walter Benjamin’in şu cümlesini hatırlamak gerekir: “Bize ümit, sadece ümidini yitirmişler için verilmiştir”[7]. Bu ümidin yansıması olarak sokaklarda ve eylemlerde öfkeli kalabalıklar değil mütebessim çehreler görülüyor. Bu, Ziya Gökalp’in politikanın vazifesi olarak gördüğü durumun yansımasıdır: “En esaslı vazifemiz, bütün tazyikleri kaldırıp yerine tatlı muameleleri koymaktır. Tatlı muamelelerin delili, çehrelerdeki tebessümdür. Tebessümü, münevver gençlerin çehrelerine yeniden iade ediniz, göreceksiniz ki bugünkü kesretli intiharlar da hadd-i asgarîye inecektir”[8].
Saraçhane eylemlerini sahnenin dışına itilmek istenen vatandaşların kendi politik varoluşunu gösterme ve hatırlatma biçimi olarak okumak doğru olacaktır. Çünkü hukuk sadece iktidar için değildir. Gerçek muhalif politika, siyasetin hukuka tahakkümünü kıracak bir müdahaledir.
Türkiye’nin sorunları büyüktür. Bu sorunlar particilik, cemaatçilik, hizipçilik ya da ideolojik bağnazlıkla değil; toplumun her ferdini içine alacak bir müzakere ve diyalog ortamı oluşturularak çözülebilir. Kimsenin kendisini “özyurdunda garip, öz vatanında parya” görmediği bir Türkiye ancak böyle oluşturulabilir.
Çünkü Türkiye, Türkiye’yi malı gibi gören bir grubun değildir;
Türkiye, Türkiye’yi canından aziz bilen tüm yurttaşlarındır.
Dipnotlar
[1] Carl Schmitt, Siyasi İlahiyat: Egemenlik Kuramı Üzerine Dört Bölüm, Çev. A. E. Zeybekoğlu, Ankara, Dost Kitabevi, 2005, s. 13.
[2] James M. Jasper, Protest, Cambridge, Politic Books, 2014, s. 272.
[3] Fatmagül Berktay, Politikanın Çağrısı, İstanbul, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2011, s. 39.
[4] Toplum Çalışmaları Enstitüsü, İmamoğlu Protestoları Katılımcı Analizi (Ankara Örneği), erişim linki: https://www.toplum.org.tr/wp-content/uploads/2025/03/Imamoglu-Protestolari-Katilimci-Analizi-Ankara-Ornegi-28-Mart-2025.pdf
[5] Toplum Çalışmaları Enstitüsü, İmamoğlu Protestoları Katılımcı Analizi (Ankara Örneği), erişim linki: https://www.toplum.org.tr/wp-content/uploads/2025/03/Imamoglu-Protestolari-Katilimci-Analizi-Ankara-Ornegi-28-Mart-2025.pdf
[6] Theodor W. Adorno&Max Horkheimer, Teori ve Pratik Üzerine, Çev. Orhan Kılıç, İstanbul, Metis Yayıncılık, 2013, s. 61.
[7] Walter Benjamin, Gesammelte Schriften I, Frankfurt am Main, Suhrkamp Verlag, 1991, s. 201.
[8] Ziya Gökalp, Makaleler IX, Haz. Şevket Beysanoğlu, İstanbul, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1980, s. 97.