Entelektüel ile Ermiş Arasında Türkiye’nin Aydın Krizi Üzerine

Entelektüel ile Ermiş Arasında; Türkiye’nin Aydın Krizi Üzerine

Aydın kimdir? Bu sorunun cevabı yalnızca bir meslek tanımı değil, insanın kendi zamanına nasıl tanıklık edeceğini belirleyen ahlâkî bir tercihtir.
Getting your Trinity Audio player ready...

Aydın kimdir? Bu sorunun cevabı yalnızca bir meslek tanımı değil, insanın kendi zamanına nasıl tanıklık edeceğini belirleyen ahlâkî bir tercihtir. Edward Said’in Representations of the Intellectual’da belirttiği gibi, aydın/entelektüel bilinç “hakikatin sürgünü”dür; onun mesleği, konforla değil, hakikatin rahatsızlığıyla yaşamak, her türlü iktidarın ideolojik sükûnetini bozmaktır. Halil Cibran ise The Prophet’te ermiş Almustafa aracılığıyla bu sürgünlüğü içsel bir metafora dönüştürür: “Yalnızlıkta, insan ruhu irfanın ve hikmetin fısıltısını duyar.” Biri, aklın vicdanını; diğeri, vicdanın sezgisini temsil eder. Bu iki damar birleştiğinde, aydının hakikate hem düşünsel hem ruhsal bir sadakat içinde yaklaşması gerektiği gerçeği açığa çıkar. Said’in entelektüeli, dünyayla arasına bilinçli bir mesafe koyar. Bu mesafe, bir tür düşünsel sürgünlük hâlidir. Ona göre entelektüel, iktidarın ve otoritenin temsilcisi değil, ona karşı söz söyleme cesaretini gösterebilen kişidir. Bu bağlamda aydın, kendi toplumunun aynası değil, onun vicdanı olmalıdır. Bu iki figürün temsil ettiği zihinsel ve ruhsal disiplin, aslında tek bir hakikat bilincinin iki cihetidir. Said’in entelektüeli, hakikati kamusal alanda savunma sorumluluğuyla hareket ederken Cibran’ın ermişi, hakikatin içsel yankısını korur. Söz konusu iki yön bu haliyle birbirini tamamlar niteliktedir. Çünkü düşünmek, yalnızca kavramsal bir faaliyet değil, aynı zamanda ruhsal bir yükümlülüktür. Bu iki modelin ışığında, baştaki soruyu toplumumuzu ilgilendiren hususiyette şu biçimde yeniden soralım: bugün için entelektüel ve ruhsal sadakatin Türkiye’deki karşılığı nedir? Aydın kimliği, bizim toplumsal gerçekliğimiz içinde nasıl bir forma bürünmüştür?

Said’in entelektüeli kamusal bir figürdür çünkü hakikati savunmak, toplumsal bir eylemdir. Entelektüel, yalnızca fikir üreten değil, fikirle toplum arasındaki mesafeyi gözeten kişidir aynı zamanda. Çünkü Said’e göre iktidarla aynı dili konuşan entelektüel tipi eleştirinin değil, meşrulaştırmanın aracıdır. Bu ifade, Türkiye’nin güncel aydın tablosuna muazzam bir ışık tutuyor. Bugün sıkça rastladığımız medyatik aydın profili, düşüncenin değil, gündemin hizmetindedir. Ayrıca bu “aydın” profilinin dili gayet akademik ve sterildir fakat kamusal duruşu oldukça konformisttir. Dolayısıyla Türkiye’nin düşünce şartlarını göz önünde tuttuğumuzda Said’in ifade ettiği şekliyle otoritenin yanında değil, onun karşısında durma cesaretine dair çağrı maalesef en güncel entelektüel etiği sunmaktadır bize. Aydın, içselleşmiş bir sükûnetin ardından konuşmalıdır. Bu noktada, aydın yalnızca bilen değil, bilginin terbiyesini de taşıyan olmalıdır. Bilgi, doğası gereği etiktir. Said, entelektüeli, bilginin politik sorumluluğunu üstlenen kişi olarak tanımlar çünkü bilgi, onun için toplumsal bir eylemdir. Cibran ise ermişi, yüreğin bilgeliğiyle konuşan fert olarak betimler. Biri aklın düzlemini, diğeri ruhun derinliğini savunur. Türkiye’de bugünün aydın profilinde eksik olan şey, tam olarak entelektüel birikim ve içsel derinliği karşılayan bu iki eksenin birlikteliğidir. Zira bir toplumun düşünsel ilerlemesi yalnızca yeni kavramlar üretmesiyle değil, o kavramlara ruh katabilmesiyle mümkündür.

Aydın kimliği, yalnızca düşünme biçimiyle değil, aynı zamanda konuşma ve susma arasındaki ölçüye vakıf olmakla da tesis edilir. Edward Said’in entelektüeli, hakikati dile getirme sorumluluğuyla yaşarken Halil Cibran’ın ermişi, hakikati sessizliğin içine gömer. Buradan, söz konusu iki tutumun birbirinin tamamlayıcısı olduğunu anlıyoruz. Çünkü hakikati söylemek cesaret ister; hakikati taşıyabilmekse bilgelik… İdeal aydın, bu iki erdemi aynı bilinçte birleştirebilen kişidir.

Söz, hakikatin dışa doğru yürüyüşüyken sessizlik ise onun içe doğru derinleşmesidir. Söz olmadan hakikat görünmez, sessizlik olmadan hakikat köksüz kalır. Biz, ideal aydının bu dengeyi sürekli gözettiğini kavrarız. O, düşünceyi bir gösteri aracı değil, bir vicdan pratiği olarak kurar. Bu nedenle Said’in entelektüeliyle Cibran’ın ermiş/bilge figürü arasında görünmez bir ahenk vardır; biri adaleti, diğeri hikmeti savunur. İşte hakikat dediğimiz şey, ancak bu ikisinin kesiştiği yerde yankılanma imkânı bulacaktır. İdeal aydın hem içe hem dışa dönük bir tanıklık bilinci taşır. Dışa dönüklüğüyle toplumsal haksızlıklara karşı durur; içe dönüklüğüyle kendi benliğini denetler. Said’in entelektüeli dış dünyaya sorumlulukla, Cibran’ın ermişi iç dünyaya dürüstlükle yaklaşır. Bu iki erdemi bir araya getirdiğimizde ise aydının gerçek kimliğini görürüz.

Oldukça önemli bir yerdeyiz. Çünkü ideal aydın, yalnızca aklın değil, aynı zamanda karakterin de formudur. Çünkü düşünce, etik temel olmadan sadece bir söylemden ibaret kalır. Cibran’ın ermişi, bilgeliği ruhun terbiyesi olarak tanımlanırken Said’in entelektüeliyse benzer bir biçimde, düşüncenin etikle birleşmediği bir yerde aydın kimliğinin eksik kalacağının altını çizer. İşte bu noktada biz, bu iki düşünürün çağrısında ortak bir uyarı görürüz. Bilgiyle vicdan arasındaki mesafe büyüdükçe, toplum hakikat duygusunu kaybeder. Dolayısıyla ideal aydın, bilgiyi vicdanla buluşturan kişidir. Tüm bu yorumlardan sonra şimdi Türkiye’nin bugüne evrilen “aydın” profiline ve bu profilin toplumumuzdaki karşılığına bir bakalım.

Bugünün Türkiye’sinde yukarıda temellendirmeye çalıştığım Edward Said ve Halil Cibran’ın entelektüel ve ermiş tipolojileri üzerinden yorumlamaya çalıştığım bilgi, toplumsal adalet ve etik arasında olması gereken kümülatif denge kaybolmuş görünüyor. Artık gürültülü konuşan ama hiçbir derinliği de haiz olmayan bir aydın tipine tanık oluyoruz. Kamusal görünürlüğü, düşünsel yoğunluğun önüne geçen, eleştiriyi popülizmin diliyle karıştıran bir profildir bu. Oysa ideal aydın, görünür olmayı değil, anlamlı kalmayı arzu edendir.  Onun için düşünmek bir kariyer değil, bir mesuliyet yani sorumluluk biçimidir. Bu sorumluluk duygusu hem Said’in kamusal duruşunda hem Cibran’ın içsel dinginliğinde çok net bir şekilde yankılanır.

Her toplum, kendi aydınını hakikate karşı gösterdiği cesaretle yaratır. Bugün Türkiye’de bu etik ve epistemik cesaretin yerini konforun aldığını temaşa ediyoruz. Edward Said’in vurguladığı bağımsız entelektüel duruş, yerini iktidara yakın duran, düşünceyi değil söylemi yöneten bir figüre bıraktığını gözlemliyoruz. Cibran’ın ermişi, sessizliğiyle insanın kendi iç sesini duymasını isterken Türkiye’de sükunetin çoğu kez korkunun, çıkarın ya da yorgunluğun sessizliğine dönüştüğüne şahit oluyoruz. Fakat bu sessizliğin içinden hakikatin değil, uyumun yankılandığının da aynı zamanda idrakindeyiz. Türkiye’deki aydın profilinde yaşanan bu anlam kaybı, toplumumuzun maruz kaldığı başka tür bir kriz halidir aslında. Vahim olan şu ki; toplumumuzu etik ve epistemik mahiyette tesiri altına alan, daha da fenası farkındalığımıza da pranga vuran bu düşünsel kriz türü, iktisadi ya da bürokratik krizlerin sahip olduğu potansiyel telafi imkânına maalesef sahip değildir. Bugün, izlemek, dinlemek, okumak zorunda olduğumuz hatta maruz kaldığımız bu aydın profili, Said’in deyişiyle, uzmanlık yanılsaması içinde iflah olmaz bir konformizme mahkûmdur.

Türkiye’deki epistemik ve etik krizin sorununun bir diğer yüzüyse korku odağında neşvünemâ bulmakta ve bu korku, ilk akla geldiği üzere sadece politik baskıdan değil; bununla birlikte toplumsal reddedilme korkusu olarak da karşımıza çıkmaktadır. Düşüncesiyle değil, çevresiyle tanımlanmak istediği için bu pragmatizm “aydın”ımızı kalabalığın onayına bağımlı hale getirmiştir. Said’in, entelektüelin yalnızlığı, onun namusudur şeklinde ifade edebileceğim argümanını hatırlarsak, bu profildeki bir “aydın”ın, aslında kendisinden ve kendi konfor alanını bozacak tüm muhtemel politik ve ekonomik baskı unsurlarından kaçma güdüsüne râm olduğunu anlamamız gerekiyor. Çünkü “yalnızlık”, aslında düşüncenin bir bedelidir. Said’in, “sürgün” kavramını, fiziki bir mesafe değil, bilişsel bir hâl olarak ifade etmesi de bu yüzdendir. Zira bir otoritenin ve o otoritenin fanatik kitlesinin alkışlarına alışmış bir zihin, hakikatin derinden gelen fısıltısını duyumlayamayacaktır.

Türkiye’de aydının profilinin taşıdığı en ölümcül yaranın düşüncenin ahlâkını kaybetmiş olduğunu ifade etmeliyim. Düşünce, Türkiye’de bir gösteri malzemesi hâline gelmiştir artık. “Aydın” iddiasında olan fert, eleştiriyi sanatsal bir tarzda icra ederken öfkesini de estetik bir nesneye dönüştürmektedir. Oysa gerçek aydın için eleştiri, kitlelerin onayını arzulayan bir performans değil; aksine hakikat uğuruna yalnızlığı ve sürgünü göze alan bir vicdan eylemine dönüşmelidir. Cibran’ın ermişinin de ifade ettiği gibi gerçeği bilmek, bazen onu taşımaktan daha zordur. Bu sözler, çağdaş Türkiye’nin “aydın” manzarasına baktığımızda adeta bilişsel bir aynaya dönüşmüyor mu?

Bugün Türkiye’de “aydın” kelimesinin, çoğu zaman bir unvan kimi zaman bir etiket olarak kullanıldığına şahit oluyoruz. Çok net bir şekilde ifade etmem gerekirse, “aydın”lık pâyesi, kişinin kendisini, kimlik olarak tanıtacağı bir hüviyet değildir. Bu pâye, o kişiye kamuoyu tarafından verilir. Burayı, iyi anlaşılması için biraz detaylandırmak istiyorum. “Aydın” kimliği, bireyin kendisine atfedeceği bir sıfat değil, toplumun o kişide tanıdığı bir niteliktir. Çünkü “aydın” olmak, bir özdeşlik beyanı değil, kamusal bir tanıklıktır. Kişi, kendisine “ben aydınım” dediği anda, bu iddia zaten kendi etik temelini yitirir. “Aydın”lık ya da “entelektüellik”, esas meşruiyetini kişinin kendi ışığını ilan etmesinde değil, başkalarının o ışıktan yol bulabilmesinden kazanır. Bu nedenle entelektüel kimlik, özdeşleşilecek bir pozisyonda değil, kamuoyunun takdirine bağlı bir pâye ve toplumsal belleğin bir kişide gördüğü eleştirel dürüstlük, vicdani tutarlılık ve düşünsel cesaretin tezahürüdür. Aydın, işte tam da bu sebeple ve tam da bu anlamıyla “olunan” değil, “olunduğu” kamuoyu tarafından kabul edilen bir figürdür. Onun toplumsal meşruiyeti, unvanlarla ya da akademik hiyerarşilerle değil, sözün doğruluğu ve eylemin tutarlılığıyla inşa edilir.

Ne var ki Türkiye’de bu pâye, çoğu zaman kendinden menkul bir kimlik beyanına dönüşmüş; entelektüel kimlik bir sorumluluk olmaktan çıkarılmış ve sınıfsal bir ayrıcalık kisvesine büründürülmüştür. Ülkemizde bugün “aydın” sıfatı, düşünsel derinliğin değil, sosyo-kültürel bir statünün göstergesi hâline indirgenmiştir. Böyle olunca da hakikatin tanıklığını üstlenmesi gereken “aydın”, bu çabasını kendi konumunun tanıtımına yoğunlaştırmaktadır. Halkın gözünde güvenilirliğini etik ve epistemik duruşuyla değil, salt görünürlüğüyle ölçen bu figür, kendisine Said’in entelektüel tanımında değil, Nurdan Gürbilek’in, parlayan ama bir o kadar da kırılganlaşan, görünen ama ziyadesiyle derinliksiz bir imajı hâiz “vitrinde yaşayan entelektüel” tanımlamasında karşılık bulur. Türkiye’de “aydın” kelimesinin içinin boşalmasının, tam da bu içe dönük meşruiyet çabasından kaynaklandığını açıkça ifade etmeliyim. Oysa gerçek bir entelektüel/aydın bilinç, asla kendisine meşruiyet kazandırma çabasında olmamalıdır.

Kaldı ki bu kelimenin kökünde dikkat edilirse “ışık” vardır. Eski dilde, “nur” kökünden türetilmiş “münevver” yani nurlandıran kişi şekliyle kullanılan “aydın”, bir fâil/özne olarak civarını, etrafını ve efrâdını aydınlattığı gibi karanlıkla da arasına mesafe koyan kişidir aslında. Fakat dikkat edilirse bu aydınlık, işlevsiz bir parıldama değildir. Parıltı, derinliksiz bir ışıktır. Evet gösterişlidir ama hem işlevsiz hem de ısısızdır. İdeal aydın, ışıkla birlikte düşüncenin ısısını da taşıyabilendir. Türkiye’deki “aydın” profiline baktığımızda gördüğümüz manzara nedir öyleyse? Parıltıyı, gösterişli olma itibariyle ışığa ve ısıya tercih etme konforu, bilgiyi sadece taşıyor olmanın verdiği yoz bir egosantrizm ve hitap ettiği politik kitle tarafından beklenen onaylanma iştahı…

Türkiye’nin günümüz “aydın” profilindeki en büyük açmazlarından bir diğeri düşüncenin ideolojiyle karıştırılmasıdır. İdeoloji bir düşüncedir evet; ama düşüncenin salt genişliğine ve kapsayıcılığına sahip değildir. Dolayısıyla ideoloji, düşüncenin ancak bir tarzı olabilir. Ayrıca şurası açık ki ideoloji hakikatin değil, aidiyetin dilidir. Bu yüzden aydın, ideolojilerin kısır dünyasından çıkabildiği ölçüde hakikate yaklaşabilir. Çünkü ideoloji, düşüncenin önüne önyargısal bir doğruluk filtresi yerleştirdiği için birey hakikati değil, kendi ideolojik doğrularını duymaya ve bu sübjektif doğruların penceresinden hayatı anlamlandırmaya başlar. Bu durum, düşünceyi özgürleştirmek yerine, onu önceden kurulmuş fikrî mahkemelerde, ön yargılara hapseder. İlginç olan şu ki, Türkiye’de günümüz “aydın” profili, hakikate değil, kendi ideolojik konumuna sadakat gösterdiği ölçüde kendini “ilkeli” sayıyor. Halbuki bu, ilke ya da istikrar değil, tastamam düşünsel şartlanmadır. Entelektüel ya da aydın ne derseniz, deyin; nasıl tarif ederseniz edin, hiçbir ideolojik aidiyetin ya da politik aidiyetin temsilcisi değildir. O, bu aidiyetlerin dışında durarak hepsine ayna tutar; çünkü hakikatin temsili, tarafgirlikte değil, bağımsızlıkta mümkündür. Hakikati aramak, bir tarafın haklılığını değil; her tarafın kör noktasını görebilme cesaretini gerektirir. Said’in kullandığı sürgün entelektüel figürü, bu yüzden ideolojilerin dünyasında bir yabancıdır. O, hiçbir yere tam olarak ait olamaz. Doğası gereği fâil yani özne konumunda olması gereken aydın, bu suretle kendini mefûlleştirir yani nesne seviyesine düşürür. Tıpkı Türkiye sosyo-kültüründe olduğu gibi.

Bugünün Türkiye’sindeki “aydın” profilinin, söz konusu bu mesafeyi koruyamadığını ayan beyan gözlemliyoruz.  Ülkemizde birçok “aydın”lık iddiasında bulunan kişi, düşüncenin özgürlüğü yerine ideolojik bağlılığın güvenliğini ve konforunu seçtiği için eleştiri de artık hakikatin değil, kimliğin hizmetine girmiştir. Eleştirinin işlevi, farklı düşünceleri dönüştürmek değil, kendi çevresinin inançlarını pekiştirmek haline gelmiştir. Böylece aydın, kamusal alanda bağımsız bir vicdan değil, ideolojik kampların sözcüsü konumuna indirgenmiştir. Oysa entelektüel/aydın olmanın asıl anlamı, ideolojik sınırların ötesine geçebilme cesareti değil midir? Gerçek aydın, fikirleri kimliklerin üstünde konumlandıran bir bilince sahip olmalıdır. Onun için düşünmek, bir grubun çıkarını savunmak değil, tüm çıkarları aşan bir hakikat bilincini inşa etmektir. İdeolojiler, insanı belli bir düşünceye ait kılarken hakikatin görevi, insanı salt, en geniş anlamıyla düşünme eylemine ait kılar. Böylelikle aydının ideolojiden arınmış özgür konumu hem etik hem epistemik bir zorunluluk olarak karşımızda belirir.

Biraz da Türkiye’deki aydın krizinin en görünür katmanlarından biri olan, üniversitenin düşünsel bağımsızlığını yitirmesiyle başlayan akademik deformasyon ve bunun ülkemizdeki “aydın” profiline verdiği zarardan dem vurmak istiyorum. Aydın, tarihsel olarak eleştirel bilincin taşıyıcısıyken bugün, akademik sistemin bir uzvuna, adeta bir tür bürokratik entelektüel tipine indirgenmiş vaziyettedir artık. Michel Foucault’nun ifadesiyle bilgi, iktidarın dışına değil, içine doğru örgütlenen bir formal seyir kazandığı için akademi de artık iktidarı sorgulayan değil, onun politikalarını yeniden üreten epistemik düzenin bir aracı olmaktan ibarettir. Türkiye’de üniversite mefhumunun, uzun süredir düşüncenin değil, aidiyetin mekânına dönüştüğünü acizane bir üniversite mensubu olarak rahatlıkla söyleyebilirim. İlaveten bu dönüşümle birlikte “aydın” profilinin, özgür fikrin değil, kurumsal onayın güvencesini arar hâle geldiğini de itiraf etmeliyim. Düşüncenin radikal tarafsızlığı, yerini akademik temkin adı altında sürdürülen bir otosansüre bırakmış; böylece entelektüel cesaret ya da aydın sorumluluğu, bir nevi uyum erdemi kisvesine bürünmüştür. Oysa Said’in uyardığı biçimiyle entelektüel tam da bu kurumsal konforu reddeden kişidir aslında. Ne var ki günümüz akademik dünyasında düşünsel risk, kariyer tehdidiyle özdeşleştirildiğinden, fikir ve düşünce iklimi, yerini vasatın güvenli hâkimiyetine bırakmıştır. Michel Foucault’nun “disiplin toplumu” (the disciplinary society) tahlilinde belirttiği gibi, bilgiye sahip olan iktidar aynı zamanda bilginin sınırlarını çizme kudretine de erişmişken bu sınırların içine hapsolmuş akademisyen ise artık entelektüel/aydın değil, bir “bilgi memuru”undan ibarettir. Böylece aydın tipinin dönüşümü, sadece bireysel bir yozlaşma değil, yapısal bir sessizlik üretimi olarak da karşımıza çıkar. Üniversite, Türkiye sosyo-kültüründe düşünceyi doğuran değil, normalize eden bir aygıta dönüştükçe, hakikatle kurulan akademik temas da yüzeyselleşir. Bu yüzeysellik, yalnızca epistemik bir zaaf değil; aynı zamanda ahlâkî bir yoksunluktur. Çünkü aydın, elinin altındaki bilgiyi vicdanla buluşturamadığında, hakikatin değil, iktidarın temsilcisine dönüşür. Politik bir figür olan Cumhurbaşkanı’nın elini öpme yarışına giren rektörlerimizin ve dekanlarımızın bu ibretlik hâlleri, söz konusu iktidar ve otorite temsilciliğinin müşahhas bir örneği değil midir?

Şimdi, yazının en başında sorduğum soruyu bir katman daha derine indirmek istiyorum. Türkiye’de aydının hakikate mi, yoksa aidiyetine mi sadık kaldığını anlamak için düşüncenin neye dönüştüğüne bakmak gerekiyor. Düşünmek, bizde çoğu zaman bir iç hesaplaşma değil, bir meslek icrası hâline gelmiş vaziyette. İşte tam bu noktada Edward Said’in “profesyonel uzman” ile “amatör entelektüel” ayrımı, Türkiye’deki aydın profilini anlamlandırmak için bize son derece ufuk açıcı bir kavramsal ayna sunacak.

Said, Representations of the Intellectual’da entelektüel figürü iki ayrı düzlemde tanımlar: “profesyonel uzman” ve “amatör entelektüel.” Bu ayrım, modern çağın düşünceyle kurduğu ilişkinin kırılma noktalarından birini temsil eder. “Profesyonel uzman”, bilgiye sahip olmayı bir iktidar biçimi, entelektüelliği ise kurumsal bir statü olarak kavrar. Onun bilgisi, disiplinlerin sınırları içinde işleyen, ölçülebilir ve tanımlı bir yetkinliktir. Oysa “amatör entelektüel”, bilgiye değil, hakikate sadakatle bağlıdır; onun motivasyonu kurumsal değil, vicdanîdir. Said’in ifadesiyle bu amatörlük asla cehalet değil; aksine, kelimenin etimolojik kökeni itibariyle “ilginin ve merakın etiği”dir. Yani düşünmek, amatör entelektüel için bir uzmanlık eylemi değil, bir adalet bilincidir. Bu nedenle amatör entelektüel, bilginin hiyerarşisini değil, hakikatin eşitliğini savunur.

Said’in bu ayrımı, modern toplumlarda düşüncenin meslekleşmesiyle birlikte entelektüel figürün uğradığı tahribe uğramış dönüşümü de görünür kılıyor. Zira bilgi profesyonelleştikçe özgürlük alanını yitirir. Düşünmek artık bir arayış değil, bir kariyer biçimine indirgenmiştir. “Profesyonel uzman”, bilgiyle hakikat arasındaki mesafeyi büyüten kişidir; çünkü onun sadakati, çoğu zaman kurumun çıkarlarına, pozisyonun güvenliğine ya da iktidar/otoritenin tanıdığı sınırlara yönelmiştir. Bu tipoloji, görünürde entelektüeldir ama düşüncesi, sistemin iç mantığına eklemlenmiştir. Oysa “amatör entelektüel” tam da bu eklemlenmeyi reddeden bir tavrı hâizdir. Onun entelektüelliği, statüye değil sorumluluğa dayanır. Kendi çağının dışında düşünebilmek, mevcut düzenin içinde var olup ona mesafelenebilmek bu amatörlüğün asli biçimidir. Said’in gözünde entelektüelin namusu, sadakatin hiçbir otoriteye devredilmemesinde yatar.

Türkiye bağlamında bu ayrım, aydın tipolojisinin güncel deformasyonunu anlamak için son derece açıklayıcı bir konumda. Zira Türkiye’de “aydın” profili giderek profesyonelleşen bir form kazanmış, düşünceyle vicdan arasındaki mesafeyi genişletmiştir. Akademik unvanlar, entelektüel yetkinliğin değil, kurumsal aidiyetin sembolüne dönüşmüştür. “Profesyonel uzman” figürü burada, hakikati temsil etmekten çok, onu yöneten bürokratik bir idari bilince tekâbül eder. Entelektüellik, tıpkı bürokratik bir rütbe gibi, mevkiyle ölçülür hale gelmiştir. Böylece aydın, bilginin bekçisi olur ama onun taşıyıcısı olamaz. Oysa Said’in “amatör entelektüel”i tam da bu sistematik güvenliğin dışına taşarak bilginin ahlâkını yeniden hatırlatan kişi konumuna yükselir. Türkiye’de hakikatle arasına mesafe koyan bu profesyonelleşmiş zihin, bilgiye sahip olabilir ama onun sorumluluğunu taşıyacak kudrette asla değildir. Bu yüzden bugün en çok bilgi üretilen yerler olan üniversiteler, maalesef en az hakikat duyarlılığına sahip mekânlara dönüşmüştür.

Cibran’ın ermişiyle Said’in amatör entelektüeli arasında tam da bu nazardan bakıldığında bir paralellik olduğu seziliyor. Çünkü her ikisi de hakikati bir çıkar aracı değil, bir yük olarak taşımakla mükelleftir. Cibran’ın ermişi içsel sezgiyle hakikati duyar; Said’in entelektüeli ise kamusal cesaretle onu dile getirir. Her iki figür de yukarıda tarif etmeye çalıştığım anlamıyla “profesyonel uzman”ın karşısında yer alır; çünkü onlar için düşünmek bir iktidar değil, bir tanıklık biçimidir. Türkiye’nin aydın krizinin derininde yatan esas sorun, işte tam bu amatör bilincin kayboluşudur. Zira bilgi, eğer vicdanla birleşmezse, yalnızca teknik bir beceriye indirgenir. Düşünce, eyleme dönüşmediğinde, yalnızca entelektüel bir süs olarak kalır. Bugünün Türkiye’sinde “aydın”lık iddiasında olan kişi, kurumsal tanınırlığı ya da şahsi çıkarlarını değil; amatörlüğün, doğruluğu ve vicdaniliği önceleyen mukaddes erdemini hatırlamak zorundadır.

Şöyle özetleyelim;

Edward Said’in entelektüel profiliyle Halil Cibran’ın ermiş figürü, Türkiye sosyokültürü gibi “aydın” tipolojisinin yeniden anlamlandırılması ve tartışılması açısından aciliyet arz eden bir cemiyet için çok önemli iki pusula mahiyetini taşır.  Cibran’ın ermişi sessizliğinde irfanın ve hikmetin fısıltısını duymayı öğütlerken Said’in entelektüeli gür bir sesle hakikati kamusal alana taşır. Bu iki çağrı, aslında tek bir bilincin iki cephesidir; yani biri içe yönelmiş sezgi, diğeri dışa dönük cesarettir. Bugün Türkiye’nin ihtiyacı olan şey de işte tam olarak bu iki cephenin birleştiği, düşüncenin hem vicdanla hem eylemle buluştuğu yeni bir aydın bilincidir. Çünkü hakikat yalnızca söylenmekle değil, taşınmakla var olur.

Aydın, sadece fikir üreticisi değildir. O, fikirle yaşama sorumluluğunun bilincinde, dünya farkındalığı yüksek bir şahsiyete yükselmek zorundadır. Çünkü düşünce, bir meslek eylemi değil, bir mesuliyettir. Ek olarak bilgi, yalnızca aktarıldığında değil, vicdanla sınandığında anlam kazanır. Bu yüzden yeni bir aydın tipolojisi, ideolojilerin ve statülerin haricinde, düşünsel cesaretin ve ahlâkî direnişin temeli üzerine inşa edilmelidir. Çünkü hakikatle arasına mesafe koyan her konfor, sonunda bir sessizliğe dönüşür.

Bugünün Türkiye’sinde yeniden inşa edilmeye muhtaç olan şey yalnızca yeni bir düşünce geleneği değil, bireyin ve toplumun gerek aksiyolojik gerekse epistemik farkındalıklarını topyekûn kapsayan yeni bir karakter geleneğidir aslında. Yeni aydın, artık alkışın değil yalnızlığın, çıkarın değil adaletin, görünürlüğün değil derinliğin tarafında durmalıdır. Yeni bir karakter geleneğinden anlaşılmasını istediğim şey de tam olarak bu. Mesele dönüyor dolaşıyor ve etik temele yaslanıyor. Zira toplumların, kendi vicdanını taşıyacak kadar cesur aydınlara sahip olduğu ölçüde dirilebildiklerini idrak edebiliyoruz. O hâlde, “entelektüel” ile “ermiş”in kesiştiği bu eşiği, bir sentez olarak değil, bir etik/ahlâk biçimi olarak anlamak gerekir. Hakikatin “ermişi”, sessizliğin içinde özü korurken zamanın “entelektüeli”, o özü kelimelere dönüştürür. Bu iki damar birleştiğinde, düşüncenin kökü derinleşir, sözü evrensel ve kalıcı olur. Bir çağ yeniden inşa edilecekse, o inşanın ilk taşı düşüncenin cesareti, harcı ise vicdanın dürüstlüğü olmalıdır. Çünkü hakikat, hiçbir zaman kitlelerin konforunda değil, bilişsel sürgün halinin tek başına kalmış omuzlarında taşınır.

Ve belki de (ümit edilir ki) biz, toplumca tam olarak bu ağırlığı hissettiğimiz yerdeyiz şimdi.

Hakikatin “ermişi”yle, zamanın “entelektüeli”nin aynı bilinçte buluştuğu; düşüncenin vicdana, vicdanın eyleme, eyleminse doğacak olan yeni muhayyileye dönüştüğü günleri görme umuduyla…