Getting your Trinity Audio player ready...
|
Türkiye’de Anayasa tartışmalarının hiç bitmediği, sürekli olarak kendisini yeniden üretip farklı başlıklar altında Anayasa’da yer alan hükümlerin değişmesiyle var olan sorunlara çözüm arandığı artık herkesin farkında olduğu bir hakikat. Anayasa’ya aslında kendisinin ve Anayasa hukukçularının hiç atfetmediği bir rol atfediliyor. Toplumda ve tarihi olaylarda hiçbir izdüşümü bulunmayan bazı kavramları Anayasalar icat etmiş de bu icatlar çeşitli sorunlar ortaya çıkarmış gibi davranılıyor. Bu tartışmaların en önemli konusu, Anayasanın doğurduğu iddia edilen sorunların en büyüğü Kürt sorunu hiç şüphesiz. Bir şekilde milletin adını Türk olarak belirlemiş olan Anayasalar, milletin Türk olduğunu, hiçbir dayanağı olmadan belirlemiş de Kürtleri ve diğer etnik kökenlere sahip insanları yok saymış ve bir sorun doğurmuş. Bu sorunun çözümü için de Anayasal değişiklikler şartmış, Kürtlere Anayasal bir statü sağlanırsa ve milletin adı Türk değil de Türkiyeli olarak tanımlanırsa bütün sorunlar çözülecekmiş. Zaten sorunların kaynağında da aslında gayri demokratik ve gayrimeşru yöntemlerle kabul edilen 1924, 1961 ve 1982 Anayasaları bulunmaktaymış ki 1921 Anayasası’na dönüş, herhalde onun pek demokratik özelliklerinden ötürü, bir sihirli değnekmişçesine yaralarımıza melhem olacakmış. Ah bu Anayasalar…
Bir şekilde günümüzde hâkim söylem haline gelen bu yaklaşımın özetlenmesi bu yazının konusu olan milli kimlik ve Anayasalar arasındaki ilişkiyi anlamlandırmak için önemliydi. Aslında meselemiz çok basit, 1982 Anayasası’nın 66. Maddesinde yer alan “Türk Devleti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.” ifadesi ne anlama geliyor? Keyfî olarak öylesine yazılmış bir ifade mi? Türk değil de Türkiyeli veya Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşı olarak değiştirilebilir mi? Kısacası bu maddenin değişmesi veya değişmemesi toplumsal hayatta bir şekilde var olan sorunlarla ilişkilendirilebilir mi?
Öncelikle bazı Anayasa hukukçularına göre anayasanın, uygulandığı toplumdaki hakim ideolojiyi yansıtan, siyasi iktidara meşruiyet kazandıran ve siyasi iktidarı organize eden üstün kurallar bütünü olduğu tespitini yapmak gerekmektedir. Buna göre Anayasaların üç temel işlevi bulunmaktadır ki bunlar; toplumun dayandığı temel prensip ve değerleri ifade etmek ve pekiştirmek (ideolojik manifesto), siyasi iktidarı meşru kılmak (normatif şelale) ve siyasi iktidarı organize etmektir. (iktidar haritası) Bu işlevlerin ilkini üstlenen Anayasaların ideolojik yüklerle yüklenmemiş olması beklenemez ve Anayasaların bir cumhuriyet projesinin normatif ifadesi olarak adlandırıldığı da göz ardı edilemez. Dolayısıyla toplumun dayandığı temel prensip ve değerleri ifade etmek ve pekiştirmek işlevini üstlenen bir Anayasa’nın ulus devlet sistematiği içinde egemen milletin ismini içeriyor ve bakışını sahipleniyor olması şaşırtıcı değildir.
Son zamanlarda sıkça dile getirildiği üzere dünyadaki bütün Anayasaların o ülkede egemenliğin sahibi olan ulusun adını defalarca kez zikrediyor olması bu sürecin doğal sonucudur. Özetle Anayasalar, egemen olan kimse, ki bu örneklerde ulustur, egemenliğin ona ait olduğunu, onun sahibi olduğu devletteki iktidar haritasının Anayasa’da çizildiğini zikretmek ve tekrarlamak zorundadır. Anayasa tarihimizde de Anayasalarımızın hemen tamamının yapmış olduğu bu doğal akışa uymaktan fazlası değildir. 1924, 1961 ve 1982 Anayasaları Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkesin Türk ıtlak edildiği konusunda hemfikirdir.
1921 yılında ilan edilen Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nda herhangi bir ibare kullanılmamış ve vatandaşlık tanımı yapılmamıştır. Bunun sebebi 1921 Anayasası’nın kısa, çerçeve ve geçici bir Anayasa olmasıdır. Burada belirtelim ki ara sıra atıf yapılan 1921 Anayasası’nın federasyon veya bölgeli devlet öngördüğü, Türk ismi başta olmak üzere çeşitli dayatmalardan azade olduğu iddiaları da gülünçtür ve hiçbir gerçekliği yoktur ancak bütün bu iddialar başka bir yazının konusudur. Bununla birlikte 1920’de Ermenistan ile imzalanan Gümrü Antlaşması, 1921 yılında Fransa’yla imzalanan Ankara Antlaşması ve nihayet 1922’de savaşın kazanıldığını belgeleyen Mudanya Ateşkes Antlaşması’nın muhtelif maddelerinde ordudan Türk ordusu (1897 Osmanlı – Yunan savaşın sonrası imzalanan İstanbul Antlaşması’nda dahi bu böyledir.), TBMM’den ise Türk tarafı olarak bahsedilmesi önemlidir. Zira ordunun ve devletin dolayısıyla milletin Türk olduğu gerçeği 1924’te Anayasa’yı yazanlar tarafından icat edilmiş değildir.
Yaygın anlatının aksine 1920’de toplanan Birinci Meclis’te de milletin adı tartışılmıştır. Örneğin TBMM’nin toplanmasının üzerinden henüz sekiz gün geçmişken 1 Mayıs 1920’de Kastamonu Mebusu Yusuf Kemal Bey’in sıhhiye meselesinde yaptığı Türklük vurgusu, Sivas Mebusu Emir Paşa tarafından itirazla karşılanmış, milletin Türk değil İslam milleti olduğu ve önemli olanın hilafete bağlılık olduğu vurgusu yapılmıştır. Meclis Başkanı Mustafa Kemal Paşa ise meclisin yalnızca Türk, yalnızca Çerkes, yalnızca Kürt tarafından teşkil edilmediğini bütün Müslümanların temsil edildiğini ve Misak-ı Milli’de yer alan sınırların da bu görüşe göre belirlendiğini belirterek meseleyi uzatmaya gerek olmadığını belirtmiştir.
TBMM’nin bu erken devrindeki tartışmasının ardından çok çeşitli kanun tekliflerinde millî kimliğe dair tartışmalar yaşanmıştır. Bu tartışmaların neredeyse tamamında Türklük kimliğine itirazlar geliştirilmiş ancak milletvekillerinin büyük çoğunluğunun Türklükten yana olmasına rağmen bu tartışmanın savaş zamanı kırgınlıklara yol açmaması açısından ertelendiği yorumunu yapmaya müsait bir yaklaşım ortada durmaktadır. Bu tartışmaların yapıldığı görüşmeleri, görüşmelerin ele alındığı “Ulus Devlete Geçiş Sürecinde TBMM’de Millet Tanımı Tartışmaları ve Kanunlardaki Yansımaları” adlı makaleden doğrudan kopyalayarak okuyucuların dikkatine sunmak faydalı olacaktır.
“Köy ve Bucak Kanunu müzakere edilirken millet tanımı tartışmaları yaşanmıştır. Mecliste “Osmanlı” ismi yerine “Türk” isminin kullanılmasının daha doğru olacağına dair fikirler dile getirilmiştir. Erzurum Milletvekili Hüseyin Avni Bey, Türk kelimesinin tercih edilmesine karşı çıkmış, Türk olmayanın ne yapacağını sorgulamıştır. Avni Bey, Türkiyeli tabirinin kullanılmasının daha doğru olacağı görüşündedir. Kastamonu Milletvekili Yusuf Kemal Bey ise Türkiyeli ismini doğru bulmadığını ifade etmiş, Türk vatandaşı tabirinin kullanılmasını önermiştir. Malatya vekili Lütfi Bey ise bu görüşlerden farklı olarak Osmanlı ismini doğru bulduğunu belirtmiştir. Bilecik vekili Necip Bey, “Osmanlı” tabirinin teşkilatı esasiye hükümleriyle çeliştiğini beyan etmiştir. O, “vatandaş” denilmesinin daha uygun olacağını önü sürmüştür. Besim Bey, Osmanlı isminin bir aileyi temsil ettiğini, “Türk veya Türkiyeli” tabirinin tercih edilmesini önermiştir. Diyarbakır vekili Kadri Bey ise sekizinci madde de geçen “Osmanlı” tabiri yerine “Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetine mensup her fert” ifadesinin yer almasına yönelik bir öneriyi meclise sunmuş ve ardından kabul edilmiştir (TBMMZC, D:1, C:14, İ:105, s.70-72).
Dersim Milletvekili Feridun Fikri Bey, bir konuşmasında Türklük üzerine tespitlerini meclis kürsüsünden dile getirmiştir. Türklüğe, kan, kültür, gelenek ve tarih itibariyle tüm Anadolu insanlarının dahil olduğunu belirtmiştir. Ülkede yalnızca Türk milletinden bahsedilebileceğini, başka etnik gruplara mensup olanların bulunsa da bunların Türk kültürü ile kaynaştığına vurgu yapmıştır. Fikri Bey, birisinin Türk kültürünü kabul edip, Türklüğünü beyan ettikten sonra o insanı Türk olarak görmemenin yanlış olacağı kanaatini beyan etmiştir (TBMMZC, D:1, C:4, İ:23, s.271-272).
Bitlis vekili Yusuf Bey ise Kürt soyundan geldiğini söylemekle birlikte Kürtlerin, Türklerden ayrı hareket etmek gibi bir hedefinin olmadığını ifade etmiştir. Sadece büyük abileri olarak kabul ettikleri, Türklerin mutluluğunu istediklerini beyan etmiştir. Kürtlerin Sevr Antlaşması ile kendilerine verilen hakları ve hukukları ayaklarının altında çiğnediğine değinmiştir. Tarih boyunca Türklerle birlikte kanlarını aynı uğurda döktüklerini, bu nedenle ayrılmayı düşünmediklerini belirtmiştir (TBMMZC, D:1, C:24, İ:132, s.353).
Doğu’da bulunan Aluçlu, İzoli, Bariçkan, Bükler, Cürdi, Deyükan, Zeyve Aşiret reisleri ise T.B.M.M ’ye gönderdikleri telgrafta Türklerle beraber yaşama arzularını ifade etmişlerdir. Telgrafta; Kürtlerin, ufak lokmanın pek kolay yeneceğini anladıklarından bahsedip, Türklerle kaderlerinin müşterek olduğuna vurgu yapmışlardır. Bununla birlikte Türk birlikteliğinden ayrılmak gayesinde bulunanları Kürtlerin, kendi milletinden addetmediklerini belirtmişlerdir. Meclise bağlılıklarını dile getirmekle birlikte işgalcilerden aman dilemeye niyetlerinin olmadığına değinmişlerdir. Kürtlerin, Misakı Milli dahilinde barış istediklerini, Kürtlerin ayrı bir etnik grup olarak kabul görmesini kesinlikle işitmek istemediklerini arz etmişlerdir (TBMMZC, D:1, C:9, İ:8, s.133).
Muş Milletvekili Abdülgani, Ahmet Hamdi, Bitlis Milletvekili Arif, Ali Vasıf, Siirt Milletvekili Necmettin, Diyarbakır Milletvekili Hamdi, Mardin Milletvekili Esat ve Van Milletvekili Hakkı Bey, millet tanımı üzerine meclise bir takrir vermişlerdir. Takrirde Türk ve Kürt’ün bir bütün olduğuna vurgu yapmış, Kürtlerin Türkiye’den ayrılmayacağını ifade etmişlerdir. Bu beraberliği herhangi bir devletin bozamayacağını da inandıklarını söylemişlerdir. Vekiller, Avrupa devletlerinin Kürtleri savunma hakkının olmadığını belirtmiştir. Bu tarzdaki girişimlerin protesto edilmesine rağmen tekrar edilmesini kınamıştır. Kürtlerin, Türklerle beraber işgali sona erdirmek için bugüne kadar mücadele verdiğini, bundan sonra da bu amaçta ölmeyi göze aldıklarını beyan etmişlerdir. Buna dair Erzurum Milletvekili Necati, Bitlis Milletvekili Yusuf Bey’in bu mevzu hususundaki konuşmalarının neşredilerek dünyaya ilan edilmesini teklif etmişlerdir (TBMMZC, D:1, C:24, İ:132, s.373).
Van Milletvekili Hakkı Bey ise yukarıda bahsedilen takrir dışında başka bir takrir yazmıştır. Takrirde; Kürtlerin, tarih boyunca kendilerini Türklerden ayrı bir grup olarak görmediklerini, Türklerle beraber vatanın düşman işgalinden kurtulması için kanlarının son damlasına kadar savaşacaklarını ifade etmiştir. Hakkı Bey, bu etnik gruplar arasında bir ırk meselesi olmadığını da belirtmiştir. O, Avrupalıların bu husustaki tavrını eleştirerek Türk’ü Kürt’ten ayırmaya yönelik teşebbüslerin hezeyan olduğunu burgulamıştır. Bu yöndeki girişimlere meydan verilmemesi gerektiği uyarısında bulunmuştur (TBMMZC, D:1, C:24, İ:132, s.375).”
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde 1920 ile 1923 yılları arasında yapılan bu tartışmaların ardından henüz Lozan Antlaşması imzalanmadan ve Türkiye Cumhuriyeti ilan edilmeden Mustafa Kemal Paşa’nın TBMM’nin dördüncü yasama yılının açılışında yaptığı konuşma ise Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yeni kurulacak devlette egemen olan milletin isminin belirlendiğinin işaretidir. 1 Mart 1923 tarihindeki bu konuşmada Lozan Konferansı’na katılan delegelerin amaçlarının Türk ulusunun her medeni ve yetenekli millet gibi yaşama hakkını vurgulamaktan başka bir amacı olmadığı vurgusunu yaptığı belirtilmelidir. Mustafa Kemal Paşa sözlerine şöyle devam etmiştir: “Türk ulusunun, idari, mali, ekonomik ve hukuki bağımsızlığı ve yaşamına kendisinin sahip çıkması, hiçbir milleti rahatsız etmemesi gereken ölümsüz bir doğal haktır. (Şüphesiz sesleri) Bu kadar doğal bir gerçeği kabul etmek, barışın sağlanması için yeterlidir. Fakat yıllardan beri olduğu gibi, Türk ulusunun hayat hakkını herhangi bir şekilde ruhen, fiilen ve gerçek şekilde kabul etmemekte direnmek ne sonuç verirse versin, Türk ulusu bağımsızlığını gönül rahatlığı ve vicdan rahatlığı ile kabul etmektedir ve bunu sürdürecektir. (Uygundur sesleri)”
Dolayısıyla Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 1921 Anayasası öncesinde ve sonrasında millet kavramına dair tartışmalar yaptığına ve bu tartışmaların Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde egemen olan milletin Türk ulusu olduğu sonucuna ulaştığına bir şüphe bulunmamalıdır. Bu uzlaşma 1924 Anayasası’nın hazırlanma sürecinde de kendisini göstermiştir ve buradaki vatandaşlık maddesine de sirayet etmiştir. 1924 Anayasasının 88. Maddesinde millet tanımı ve ismi şu şekilde belirlenmiştir: “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk ıtlak olunur.” Bu maddenin ve 1924 Anayasası’nın kabulü sırasında da TBMM’de Türklük ifadesine dair soru ve açıklamalar yer bulmuştur. Maddenin Meclis’te tartışılmadan önce önerilen halinin “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın (Türk) ıtlak olunur.” şeklinde olduğu bilinmelidir. TBMM’de yaşanan tartışmalardan sonra maddeye vatandaşlık itibariyle ifadeleri eklenmiştir.
Buradaki tartışmaların genelinin Türkiye’de yaşayan Müslümanlar açısından değil gayrimüslimler açısından yapıldığı da dikkatten kaçmamalıdır. Zira bazı TBMM üyeleri gayrimüslimlere Türk sıfatının verilmesini çeşitli açılardan sakıncalı bulmuş ve ancak Türk harsını benimsemiş olanların Türk sayılabileceğini dile getirmişlerdir.
Madde görüşülürken Eskişehir Milletvekili Abdullah Azmi Efendi, mevzubahis maddede kast edileninin milliyet mi, tabiiyet mi olduğunu sormuştur. Teşkilatı Esasiye Encümeni Mazbata Muharriri Çanakkale Milletvekili Celal Nuri Bey, yöneltilen bu soruya “Tabiiyettir efendim” diyerek cevap vermiştir. Azmi Efendi, maddede geçen “Ecnebi” kelimesinin yanına tabiiyet kelimesinin eklenmesini istemiştir. Celal Nuri Bey bu isteğe verdiği cevapta tabiiyet kelimesine lüzum olmadığını dile getirmiştir. Yozgat Milletvekili Ahmet Hamdi Bey ise verdiği takrirde 88. Maddenin şu şekilde değiştirilmesini istemiştir. “Türkiye ahalisinden olup Türk harsını kabul edenlere Türk ıtlak olunur.” Celal Nuri Bey bu takrire cevaben maddede etnografya itibariyle milliyet tespiti yapılmadığını belirtmiştir. Milletvekiline Lozan Antlaşmasındaki 39’uncu maddede geçen, gayrimüslim ekalliyetlere mensup Türk tebaasının, Müslümanlarla aynı hukuku medeniye ve siyasi haklara sahip olduğu bilgisini paylaşmıştır. Bu nedenle “hars” kelimesinin kanuna eklenmesine imkân olmadığını söylemiştir (TBMMZC, D:2, C:8, İ:42, s.908-909). Örneğin Hamdullah Suphi Bey, Türkçeden başka lisan konuşan, devletin mektebinden başka mektebe giden kişinin Türk olamayacağı düşüncesindedir. Çanakkale Milletvekili Celal Nuri Bey de kültür mefhumunun önemi üzerinde durarak “Memlekette yaşayan gayrimüslimlere hukuken Türk demeyeceksek ne diyeceğiz?” sorusunu meclise yöneltmiştir. Gelen “Türkiyeli” cevabına karşılık olarak ise Türkiyeli ifadesinin herhangi bir manayı taşımadığını söylemiştir.
Özetlemek gerekirse 1924 Anayasası’nın 88. maddesinde ortaya çıkan sonrasında 1961 Anayasası’nın 54. maddesinde ve 1982 Anayasası’nın 66. maddesinde “Türk Devleti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.” ifadeleri ile yer bulan vatandaşlık maddesi bir anda ortaya çıkmamıştır. Milli Mücadele ve sonrasında ulus devletin inşası süreçlerinde Türk milletinin entelektüelleri ve vekilleri tarafından yapılan tartışmaların sonucunda varılan bir uzlaşının ifadesi anlamına gelmektedir. Türkiye’de yaşayan Kürtlerin, Çerkeslerin, Lazların veya başka herhangi bir etnik kökenden gelen insanların inkârına dayanmamaktadır. Bu şekilde bir anlamı çıkarmak için art niyet sahibi olmak gerektiği de söylenebilir. Yazının en başında belirtildiği üzere bir ulusun egemenliğine dayanan hemen her Anayasa’da o ulusun ismi zikredilmiş, egemen olarak defalarca tekrarlanmıştır.
Yazıya son vermeden evvel ulus-devletlerin birçok Anayasal tasarımda farklı biçimlerde dile getirildiği ve düzenlendiği hakikatini hatırlatmakta fayda bulunmaktadır. Bunların en ilginci ise bölgeli devlet adı verilen modelin tipik örneği olarak sayılan İspanya Anayasası’ndadır. İspanya’da Katalanlar ve Basklar başta olmak üzere birçok milliyet, özerk statüye sahip olmasına rağmen Anayasa’da İspanyol milletiyle özerk bölgelere sahip milliyetler arasındaki ayrım gayet sert ve nettir. Özerk bölgelerin halkları dahil olmak üzere İspanyol ulusu, millet (nation) olarak tanımlanmışken, Katalanlar ve Basklar başta olmak üzere halklar milliyet (nationality) olarak tanımlanmıştır. İspanyol Anayasa Mahkemesi bu iki kavramın eşit anlamda kullanıldığına dair yorumları reddederek milliyetlerin İspanyol Ulusu’nu oluşturan gruplar olarak anlamlandırılması gerektiğine hükmetmiştir. Bir zamanlar Cumhuriyet Halk Partisi Milletvekili olan Birgül Ayman Güler’in dile getirdiği “Türk ulusuyla Kürt milliyeti eşit olamaz.” ifadesinin de İspanya Anayasası’nda yer alan düzenlemelerin Türkiye’ye uyarlanması olarak yorumlamak olduğu düşünülebilir. Bu ifadelerinin ardından Birgül Ayman Güler’in uğradığı ithamlar, bu konuları konuşmak için ne kadar yetersiz bir arka plana sahip olduğumuzu göstermesi açısından önemlidir.
Dolayısıyla, tarihi tecrübelerden ortaya çıkarak Anayasalarımızda kendisine yer bulan tabiiyet olarak Türklükte eşitlenme düşüncesinin bugün uğradığı saldırıların hiçbir meşru gerekçesinin olmadığını söylememiz gerekmektedir. Bugün 66. maddenin Kürt Sorunu’nu ve dolayısıyla PKK’yı ortaya çıkardığı itham ve iftirasının arkasına saklananların PKK’nın kuruluş metni Manifesto’da veya Öcalan’ın Bir Halkı Savunmak kitabında kendi ifadeleriyle neden dağa çıktıklarını anlatırken Anayasa’ya bir referansta bulunup bulunmadığını iyi incelemeleri tavsiyesinde bulunmak gerekir. Bu metinleri inceleyen herkes bilmektedir ki Kurtuluş Savaşı’nda ve hatta öncesinde Osmanlı devrinde Türklerle birlikte hareket eden Kürtler bizzat Öcalan tarafından işbirlikçi olarak adlandırılmıştır. Kürtler adına mücadele verdiği iddiasının arkasına saklanarak milli birliğe ihanet eden terör örgütünün Türk ulusuna saldırılarını Anayasa’yı kullanarak meşrulaştırmak kimsenin haddine olmamalıdır. Ve dahi Türkiye’deki hiçbir sorunun çözümünü Anayasa’nın değiştirilmesinde aramamak gerektiği gibi PKK sorununun çözümünü de 66. Maddede aramamak gerekmektedir. Kim ne derse desin, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde egemen olan ulus Türk milletidir. Böyle de kalmalıdır ve kalacaktır.