Türkiye’de Doğurganlık

Türk Dil Kurumu’nun güncel Türkçe sözlüğüne göre, Fransızca kökenli olan demografi sözcüğünün anlamı nüfus bilimi. Nüfus biliminin (veya nüfusbilimin) kapsamını, nüfusun büyüklük, yoğunluk, dağılım ve yaşamsal istatistikler (evlilik, doğum, ölüm, göç, vb.) bakımından incelenmesi oluşturuyor.

Türk Dil Kurumu’nun güncel Türkçe sözlüğüne göre, Fransızca kökenli olan demografi sözcüğünün anlamı nüfus bilimi. Nüfus biliminin (veya nüfusbilimin) kapsamını, nüfusun büyüklük, yoğunluk, dağılım ve yaşamsal istatistikler (evlilik, doğum, ölüm, göç, vb.) bakımından incelenmesi oluşturuyor. Demografi, Oxford İngilizce Sözlüğü’ne göre, İngilizce’de ilk kez 1830’larda kullanıma giriyor; yukarıdaki gibi bir tanımı olan bir bilim dalı olarak da 1880’lerde kullanılmaya başlıyor.

Demografinin uygarlık ile olan tartışmasız bir bağı var; her çağın uygarlık düzeyi farklılaşsa da (ve kavramın kendisi tartışmalı da olsa), uygar bir toplum olmak için kaç kişinin o toplumu oluşturduğununun bilinmesi önemli olsa gerek. Bu bakımdan, tarihin bilinen ilk nüfus sayımlarının milattan önce Mısır’da ve Mezopotamya’da yapılmış olması, Antik Yunan’da bazı kentlerin nüfus sayımı yapmış olmaları şaşırtıcı değil. Çin’de milattan sonra 2 ve 144 yıllarında, Hindistan’da milattan sonra 330 yılı dolaylarında nüfus sayımları yapılmış. Avrupa’da ikinci binyılın en erken nüfus sayımları arasında, İngilizlerin 1086 tarihli Kıyamet Günü Kitabı ve Fransızların 1328 tarihli sayımı bulunuyor. Ulusal kapsamı olan ve yöntemsel bakımdan modern denilebilecek olan ilk İngiliz ve Fransız nüfus sayımları ise sırasıyla 1801 ve 1791 yıllarında gerçekleşmiş. Osmanlı’da ilk nüfus sayımının, II. Mahmud döneminde, 1831’de yapılmış olduğunu ve 1904’teki genel nüfus sayımına kadar da çeşitli sayımlar gerçekleştirildiğini biliyoruz. 1914 yılı sayımı ise Osmanlı’nın son genel nüfus sayımı olarak tarihe geçiyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk genel nüfus sayımı 1927’de yapılıyor. Savaşın yaralarını sarmakta olan genç Cumhuriyet’in toplam nüfusu, 1927 yılında, tam olarak 13 milyon 648 bin 270 kişi.

En azından 1927’den bu yana, Türkiye nüfusunun artmaya devam ettiğini biliyoruz. Bu artış gerçekleşirken, başka birçok zenginleşen ülke gibi Türkiye de bir demografik dönüşüm geçirdi. Demografik dönüşüm bugün de devam ediyor ve Türkiye’nin nüfusunun büyüklüğü, yoğunluğu, dağılımı ve yaşamsal istatistikleri zaman içinde evrim geçiriyor. Anlamlı öngörüler oluşturabildiğimiz bir gelecekte de, diyelim ki 21. yüzyıl boyunca, Türkiye’nin demografisi yeni fırsatlar ve yeni tehditler ile birlikte evrim göstermeye devam edecek.

Bu kısa yazı, güncel politika sorunları bakımından en tartışmalı yaşamsal istatistiklerden olan doğurganlığa odaklanarak, Türkiye’nin demografik dönüşümünü modern ekonomik demografi kuramlarının ve uygulamalı çalışmalarının ışığında ele almaya çalışıyor.

Ekonomik büyüme, nüfus artışı ve doğurganlık geçişleri

1801’de İngilizler genel bir nüfus sayımı yapmaya giriştiklerinde, Malthus’un sadece üç yıl önce 1798’de yayınlanan ünlü nüfus denemesindeki karamsar görüşlerin nüfus sayımı için bir gerekçe oluşturup oluşturmadığını bilmiyoruz. Ancak daha sonra çeşitli çalışmalarla ve ikna edici biçimde gösterildiği üzere, tıpkı Malthus’un kuramında olduğu gibi, (i) geleneksel değerlere bağlı, (ii) sanayileşmemiş veya tarıma bağımlı, (iii) kırsal ve (iv) eğitimsiz kalan toplumlarda, ekonomik büyüme ile nüfus artışı arasında aynı yönlü bir ilişkinin olması bekleniyor. Daha iyi ekonomik koşullara sahip nesillerden insanlar, yani reel olarak daha yüksek maddi yaşam düzeyine sahip olanlar, daha erken yaşta ve/veya daha sık evleniyor ve daha çok çocuk dünyaya getiriyorlar.

Bu aynı yönlü ilişkinin, (i) seküler değerleri benimsemiş, (ii) sanayileşmiş veya tarımdan bağımsızlaşmış, (iii) kentlileşen ve (iv) okullaşmanın yaygınlaştığı toplumlarda kopmuş olduğunu biliyoruz; daha doğrusu, uzun-dönem ekonomik büyümeyi, evlenme yaşındaki artışlar ve düşen doğurganlık ile bir arada gözlemliyoruz. Yani, ilginç biçimde, Malthus’un 1798 tarihli denemesinde betimlediği kuramsal mekanizmalar, kabaca 18. yüzyıl ve onun öncesindeki toplumların demografisini anlamlandırabilirken, kabaca 19. yüzyıl ve sonrasındaki tarihsel deneyimi kesinlikle açıklayamıyor.

Tarihsel doğurganlık düşüşünün önemli bir nedeninin ölüm oranlarındaki düşüşler olduğu biliniyor; insanlar toplamda kaç canlı doğum gerçekleştiğine değil, yaşayan kaç tane çocukları olacağına bakıyorlar. Ekonomik demografi kuramları, zenginleşen bir ekonomide doğurganlığın düşmesi sürecini açıklamak için, ölüm oranlarındaki düşüşlere ek olarak, başka (ekonomik) etkenlerin önemine dikkat çekiyor (Attar, 2022). Bunlardan biri, çocuk sahibi olmanın ve çocuk bakımının zaman maliyeti ile ilgili. Eğer erişkin yaşa ulaştırabileceğimiz çocukları sadece cepten yapılan harcamalar ile “yaratabilseydik” ve “yaşatabilseydik” zenginleştikçe daha çok çocuk dünyaya getirmemiz beklenirdi. Oysa çocukların bakımının ebeveynler (daha çok anneler) için zaman maliyeti var. Bu nedenle, insanların (daha çok kadınların) işgücü piyasasına sunabileceği zaman pahalılaştığında, bir kadının daha az çocuk yapıp daha uzun süre okulda kalması veya kariyerinde ilerlemeyi hedeflemesi anlaşılabilir.

Zenginleşen bir toplumda daha düşük doğurganlığa geçiş olmasının bir diğer nedeni, insanların çocuk sayısına ek olarak çocuklarının gelecekteki yaşam düzeyini de önemsiyor olmaları. Çocuklara daha çok miras bırakabilmek, daha iyi eğitim imkanları sunabilmek, bu yollarla onların yaşam boyu refahlarını artırmaya çalışmak, insanları, kaynak kısıtları altında daha az çocuk dünyaya getirmek konusunda motive eden bir etken.

Başka olası etkenler arasında, zenginleşen toplumların tarımdan bağımsızlaşması ve finansal gelişme göstermeleri bulunuyor. Sanayileşen toplumda, yasal düzenleme olmasa veya uygulanmasa bile, çocuk işçilerin rolü azalıyor; daha hızı büyümekte olan tarım-dışı sektörlere sunulabilecek beceriler için okullaşmanın artması gerekiyor. Finansal gelişme, özellikle sosyal güvenlik sistemlerinin gelişmesi, ebeveynlerin kendilerine çocukları tarafından sağlanacak olan yaşlı bakımı güvencesinin daha az önemli olmasına yol açıyor.

Şekil 1: Türkiye’de ve dünyada doğurganlık-gelir ilişkisi (1990-2020) Veri Kaynağı: Dünya Bankası

Şekil 1, Türkiye’de ve dünyada, 1990’dan 2020’ye, doğurganlık ile kişi başına reel gelir arasındaki ilişkiyi, verisi bulunan 179 ülke için resmediyor. Dikey eksende kadın başına çocuk sayısını (toplam doğurganlık hızını), yatay eksende de satınalma gücü paritesine göre düzenlenmiş reel kişi başına Gayri Safi Yurtiçi Hasıla düzeyinin doğal logaritmik değerlerini görüyoruz. Kırmızı yatay ve dikey çizgiler, her grafikte, Türkiye’nin konumunu işaret ediyor. Şekilde, doğurganlık ile gelir arasındaki güçlü ters yönlü ilişki açık biçimde görülüyor. Türkiye, beklenildiği üzere, kişi başına reel gelirini büyütebildikçe doğurganlık düzeyini de düşürüyor. 2020 yılı itibariyle, Türkiye’den daha zengin olup doğurganlık düzeyi Türkiye’ninkinden yüksek olan ülke sayısı sadece 6.

1923’ten 2023’e Türkiye’de doğurganlık

Elimizdeki en eski tahminler, Türkiye’de toplam doğurganlık hızının (yani kadın başına çocuk sayısının dönemsel göstergesinin) 1923 yılında 5,6 çocuk ve 1927 yılında da 6,6 çocuk olduğuna işaret ediyor. Tahminlere güvenebilirsek, 1940’ların ortalarına kadar, toplam doğurganlık hızının 7 çocuk düzeyinin altında dalgalandığını, kalıcı doğurganlık düşüşünün de, o zamanlarda, 6 ilâ 7 çocuk düzeyinden başladığını biliyoruz. TÜİK’in açıkladığı en güncel ve resmî verilere göre, Türkiye’de 2023 yılı için toplam doğurganlık hızı kadın başına 1,51 çocuk ile tarihsel olarak en düşük düzeyine ulaşmış durumda.

Kadın başına 1,51 çocuk uzun dönemde kalıcılık arz ederse, yani kadınların tamamlanmış doğurganlık düzeyi yaklaşık 2.1 çocuk olmaz ise, bu durumda ülke nüfusunun uzun dönemde azalacağını biliyoruz. Tabii bunu söylerken şu an ülkede yerleşik bulunan düzensiz sığınmacıların nüfusunu ve doğurganlık düzeylerini göz ardı ediyoruz. Ayrıca, bugün kadın başına 1,51 çocuk olarak ölçülen doğurganlık, halen üreme yaşında olan kadınların tamamlanmış doğurganlığını yansıtmıyor olabilir; evlilik ve doğum seçimleri şu an ertelenmiş ve önümüzdeki yıllarda gerçekleşecek olabilir (Attar, 2024).

Bu tür sorunları bir an için boş verip, Türkiye’nin tarihsel doğurganlık geçişinin dinamiklerine bakarsak, 1,51 gibi bir dönemsel toplam doğurganlık hızı Türkiye’yi geçiş-sonrası dönemdeki bir ülke konumuna getiriyor. Dünya Bankası 2022 yılı verilerine göre, doğurganlığın 1,5 veya altında olduğu zengin ülkeler arasında Japonya, Hong Kong, Güney Kore ve Singapur gibi Asya ülkeleri ile Avrupa ülkelerinin neredeyse tamamı bulunuyor. Yine 2002 yılı verilerine göre doğurganlığın 6 çocuk veya üzerinde olduğu ülkeler Kongo Demokratik Cumhuriyeti, Somali, Çad ve Nijer. Dünya ortalaması ise 2,3 çocuk düzeyinde.

Türkiye’nin tarihsel doğurganlık geçişinin ekonomik demografisi nedir? Ekonomik demografi kuramlarının temel iddiaları, Türkiye’deki geçişi anlamlandırabiliyor mu? Kentli, eğitimli, çalışan kadınların doğurganlıkları gerçekten de daha düşük mü? Bu alanda yapılmış çok sayıda çalışma bulunuyor; mikro veriler ile yapılabilecek en basit korelasyon analizlerinden en özenli nedensel çıkarsama çalışmalarına uzanan bir düzlemde, yanıtlar genelde ekonomik demografi kuramlarının öne sürdüğü ana mekanizmaları destekliyor. Örneğin 1965 yılı il düzeyindeki veriler, eğitimin negatif etkisini gösteriyor (Tuncer, 1971). Ayrıca, yine yeterince erken bir dönem için (1945-1965), kadın eğitiminin sanayileşmeden de etkilenerek doğurganlığı düşürdüğüne yönelik bulgular var (Farooq ve Tuncer, 1974). Bu bulgular, Türkiye’de doğurganlığın tarihsel düşüşünün ve ülkenin modern ekonomik büyümeye geçişinin zamanlamasını araştıran ve geçişin kabaca 20. yüzyıl ortasında başladığını tahmin eden başka ekonometrik sonuçlar ile de tutarlı (Başıhoş, 2016). Çok daha yakın döneme ait mikro veriler kullanan çalışmalar da, kadının işgücüne katılımının ve eğitim düzeyinin doğurganlık üzerindeki beklenen negatif etkilerini gösteriyor (örn. Selim ve Üçdoğruk, 2005; Eryurt ve Akadlı-Ergöçmen, 2008; Gemicioğlu vd., 2019). Türkiye bağlamında en sık çalışılan dışsal rejim değişimlerinden biri olan ve zorunlu eğitimi 5 yıldan 8 yıla çıkaran 1997 Eğitim Reformu’nun da, erken yaşta meydana gelen doğumlar üzerinde negatif nedensel etkiler yarattığını biliyoruz (Kırdar vd., 2018).

Türkiye’de tamamlanmış doğurganlıktaki değişimlere ve bu değişimlerin eğitim ve işgücüne katılım ile olan ilişkilerini inceleyen bir çalışmaya da bakalım (Greulich vd., 2016). Yazarlar, mikro veriler kullanmak suretiyle, doğum yılı 1930’dan 1961’e kadar uzanan nesillerin kadınları için, (i) lise mezunu olanların ortalamada 2 çocuk, (ii) üniversite mezunu olanların ise ortalamada 2’den daha az çocuk dünyaya getirdiklerini buluyorlar. Beklenildiği üzere, lise mezunu olmayan kadınların tamamlanmış doğurganlık düzeyleri 20. yüzyılın ikinci yarısında hızla azalıyor. Yazarların ortaya koyduğu şu sonuç özellikle önemli olsa gerek (Greulich vd., 2016: 537):

Kadınlara yönelik artan eğitim ve istihdam fırsatları bağlamında, sonuçlarımız, doğurganlıktaki azalmanın Türkiye’de özellikle kayıtlı çalışan anneleri etkileyen iş-yaşam dengesi […] çatışma[sın]ı yansıttığını göstermektedir. İki çocuğu olan kadınların istihdam edilmesi durumunda hane gelirine katkısı çok önemlidir. İstihdam ile aile yaşamını birleştirme olanaklarının yokluğunda, kayıtlı işlerde aktif olan annelerin üçüncü çocuk sahibi olmama kararı vermesi en olası sonuçtur.

Politika amacı olarak doğurganlığı yükseltmek

Eğer doğurganlık düşüşü ekonomik büyümenin bir sonucu olarak gerçekleşiyorsa, yavaş veya hızlı ekonomik büyümenin sürdüğü, yani zenginleşmenin devam ettiği bir toplumda doğurganlığı yükseltmek mümkün mü? Bu “Mümkün mü?” sorusuna ek olarak, böyle bir toplumda doğurganlığın yükselmesi arzu edilir bir sonuç mu? Diyelim ki öyle, bu arzu edilir ve mümkün olan amaç için nasıl politikalar uygulanacağı bilinebilir mi?

Aslında yukarıdaki alıntı bize önemli bir ipucu sağlıyor: iş ve aile yaşamının dengelenmesi. Erken yaşta doğumları düşünüp bunu biraz genişletirsek, piyasa zamanı (okul veya çalışma) ve aile zamanı arasındaki ikilemden bahsediyoruz. İşte, bu ikilemden hareketle, aktif doğum-yanlısı aile politikaları uygulayan ülkeler var. OECD ülkeleri için bir sınıflandırma yapmaya çalışan Thévenon (2011), Tablo 1’in özetlediği 5 farklı rejim olduğunu gösteriyor.

Tabii, asıl soru, bu politikaların doğurganlık üzerinde gerçekten de pozitif ve nedensel bir etki yaratıp yaratmadığı. Ve bu ilk bakışta yanıtlanması kolay bir soru gibi görünse de, en azından iki nedenle, nedensel politika etkilerini anlamak zorlaşıyor.

Tablo 1: OECD Ülkelerinde (Doğum-Yanlısı) Aile Politikası Rejimleri

Üç yaş altında çocuğu olup çalışan ebeveynlere sürekli ve güçlü destek Finlandiya, İsveç, Norveç, Danimarka, İzlanda

 

Yüksek finansal destek, ancak üç yaş altında çocuğu olup çalışan ebeveynlere sınırlı destek Fransa, Almanya, Lüksemburg, Belçika

 

Uzun doğum izni, ancak üç yaş altında çocuğu olanlar için sınırlı çocuk bakımı ve nakit desteği Macaristan, Çekya, Polonya, Slovakya, Portekiz, İspanya, Japonya, İtalya
Kısa doğum izni, düşük gelirli tek ebeveynli aileleri ve okul öncesi yaşta çocuğu olanları hedefleyen destekler Avusturya, Hollanda, İsviçre, İngiltere, Yeni Zelanda, Avustralya, Kanada, İrlanda, Amerika Birleşik Devletleri
Aileler için sınırlı destekler Yunanistan, Güney Kore

Kaynak: Thévenon (2011)

Birincisi, doğurganlık düşüşü gibi demografik süreçler ile ekonomik büyüme ve kalkınma süreçleri arasında karmaşık nedensel ilişkiler var. Örneğin, yukarıda doğurganlık düşüşünün büyümenin bir sonucu olduğunu belirledik, ancak doğurganlık düşüşü ile beşeri sermaye birikiminin (yani çocukların eğitimine daha fazla kaynak aktarılmasının) nedensel olarak ilişkili olduğunu da düşünüyoruz. O halde, bir doğum-yanlısı politikanın nedensel etkisini ayrıştırmak ve tahmin edebilmek için, elimizde uygun veriler bulunmalı ve bu verilerin yararlı olabilecekleri bir nedensel çıkarsama stratejisi geliştirmeliyiz.

İkincisi, biz bugün kadınların dönemsel doğurganlıklarını gözlemlerken (örneğin Türkiye için doğurganlık kadın başına 1,51 çocuk derken), aslında 49 yaşından daha genç olan kadınların tamamlanmış doğurganlıklarının ne olacağını bilmiyoruz. Doğum-yanlısı bir politika uygulandığında, ideal (tamamlanmış) çocuk sayısı 2 olup şu an 32 yaşında olan ve 1 çocuğu bulunan bir kadının, politikanın sağlayacağı bireysel avantajı elde etmek için, sadece 2. çocuk seçiminin zamanlamasını değiştirmesi beklenir. Bu da dönemsel doğurganlığı değiştirse de, tamamlanmış doğurganlık üzerinde bir etki yaratmayacaktır. Yani, asıl önemli olan, tamamlanmış doğurganlık düzeylerini etkileyecek ve piyasa zamanı-aile zamanı ikilemini uzun vadeye yayılan istikrarlı (kalıcı) bir biçimde çözümleyebilecek bir politika.

Yine de, bu tür zorlukları göz ardı ederek, doğum-yanlısı politikaların doğurganlık etkileri hakkındaki bildiklerimizi özetleyebiliriz: Sobotka vd. (2019), yüksek doğurganlık düzeylerini sürdürebilmek için en önemli politika hamlesinin, nitelikli, yaygın ve ekonomik olarak ulaşılabilir çocuk bakımı hizmetleri sağlamak olduğunu belirtiyor. Sobotka vd. (2019) diğer olası politikalara da bakarak, (i) doğum izinlerinin cömert biçimde finanse edilebildiğinde (yani izni kullanan ebeveyn için büyük bir kazanç kaybı olmadığında) etkili olabileceğini, (ii) tek seferlik bebek bonuslarının kısa süreli ve küçük bir etki yaratabildiğini ve (iii) aile politikalarının geniş-ölçekli biçimde yaygınlaştırılmasının ise ancak geçici etkiler yaratabildiğini belirtiyorlar. Yakın zamanda yayınlanan ve 35 farklı nedensel çıkarsama makalesini gözden geçiren başka bir çalışma da, çocuk bakımının önemine ve nakit transferlerinin ancak geçici etkiler doğurabileceğine vurgu yapıyor (Bergsvik vd., 2021).

Sonuç yerine

Düşük düzey doğurganlık gerçekten bir sorun mu? Türkiye’de 2008’den bu yana doğum-yanlısı bir söylem var. “Nüfusumuz yaşlanıyor, eyvah!” “Kadınlarımız az çocuk doğuruyor, yandık!” “Gençler evlenmiyor, mahvolduk!” Bu tür söylemleri destekleyen, tam olarak hangi kadınları hedeflediğini bilen, doğurganlığın maliyetleri ile ilgili hangi mekanizmaların daha etkili olabileceğini hesap eden, ciddi ve cömert bir aile veya doğum politikası olmadığı için, Türkiye’de doğurganlık ekonomik demografi kuramlarının öngördüğü patikaya uygun biçimde azalmaya devam ediyor. Gelecekte, çocuksuzluğun artacağından, kadınların artan bir oranının tek çocuk normunu benimseyeceklerinden emin olabilirsiniz.

Böyle bir geçiş-sonrası süreç, Türkiye için bir felaket olmak zorunda değil. Bir ülkede yaşayan insanların refahını nelerin belirlediği konusunda çok iyi bilgilerimiz var. İleri teknolojileri benimseyen ve geliştiren şirketlerimiz oldukça, ileri teknolojileri kullanma becerisine sahip sağlıklı ve eğitimli nesiller yetiştirdikçe ve yaptığımız pastayı bugün olduğundan çok daha eşitlikçi bir biçimde paylaşabilmeyi başarırsak, ülkenin nüfusunun 85 milyon veya 60 milyon olması asla ama asla bir sorun değil. Bazı kadınların hiç evlenmemesi veya çocuksuz kalması da sorun değil.

Ancak şunu da anlamamız gerek: Nüfus yaşlanmasının her ülkeye sadece bir kez hediye ettiği ve çalışma yaşındaki nüfusun oranının yüksek olduğu demografik fırsat penceresi, Türkiye için, yaklaşık 15 ilâ 20 yıl sonra kapanacak. Bu kapanma gerçekleşene kadar, çağın teknolojik düzeyine yaklaşabilmek için, her yaştan insanımızın niteliklerini genişletebilmek için, bilimsel temelleri sağlam ve akılcı ekonomik politikalar geliştirmek ve uygulamak zorundayız. Geçmişin hatalarını tekrar etme lüksümüz maalesef kalmadı.

Okuma Önerisi

Türkiye’de Nüfus ve Sağlık Araştırması (TNSA), Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü tarafından düzenli olarak yapılmaktadır. Konu ile ilgili okurların TNSA raporlarına başvurmaları önerilir. Bu raporlara ve ileri analiz çalışmalarına https://hips.hacettepe.edu.tr/tr/menu/nufus_ve_saglik_arastirmalari_seris-28 adresinden ulaşılabilir.

Kaynakça

Attar, M. A. (2022). Bitmeyen Tartışma: “En az üç çocuk!” İktisat ve Toplum Dergisi, 12(139), 65-70.

Attar, M. A. (2024). “En Az Üç Çocuk!”tan Kadın Başına 1,51 Çocuğa. İktisat ve Toplum Dergisi, 14(164), 69-75.

Başıhoş, S. (2016). The unified growth experience of the Turkish economy. Hacettepe Üniversitesi Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi. Ankara.

Bergsvik, J., Fauske, A., & Hart, R. K. (2021). Can policies stall the fertility fall? A systematic review of the (quasi‐) experimental literature. Population and Development Review47(4), 913-964.

Eryurt, M. A., & Akadlı-Ergöçmen, B. (2008). Ebeveyn eğitiminin doğurganlik üzerindeki etkisi. Nüfusbilim Dergisi30(1), 13-28.

Farooq, G. M., & Tuncer, B. (1974). Fertility and economic and social development in Turkey: a cross-sectional and time series study. Population Studies28(2), 263-276.

Gemicioğlu, S., Şahin, H, and Er, E. (2019). Türkiye’de Doğurganlık Analizi: Gelecekteki Doğurganlık Tercihlerinin Önemi. Sosyoekonomi, 27(41), 223-234.

Greulich, A., Dasre, A., & Inan, C. (2016). Two or three children? Turkish fertility at a crossroads. Population and Development Review, 537-559.

Kırdar, M. G., Dayıoğlu, M., & Koç, İ. (2018). The effects of compulsory-schooling laws on teenage marriage and births in Turkey. Journal of Human Capital12(4), 640-668.

Selim, S., & Üçdoğruk, Ş. (2005). Türkiye’de doğurganlık: kalite-miktar yaklaşımı. Nüfusbilim Dergisi27(1), 49-66.

Sobotka, T., Matysiak, A., & Brzozowska, Z. (2019). Policy responses to low fertility: How effective are they. United Nations Population Fund, 98.

Thévenon, O. (2011). Family policies in OECD countries: A comparative analysis. Population and Development Review37(1), 57-87.

Tuncer, B. (1971). A Study of the Socio-Economic Determinants of Fertility in Turkey. Yale University, Economic Growth Center.