Takdiri Siyasi Kahramanmaraş Depremleri Bağlamında Çevresel Suçlar ve İhmaller

“Takdiri Siyasi”: Kahramanmaraş Depremleri Bağlamında Çevresel Suçlar ve İhmaller

6 Şubat 2023 tarihinde Kahramanmaraş merkezli olarak dokuz saat arayla gerçekleşen 7.7 ve 7.6 büyüklüğündeki depremler, Türkiye tarihinin en yıkıcı felaketlerinden biri oldu.
Getting your Trinity Audio player ready...

6 Şubat 2023 tarihinde Kahramanmaraş merkezli olarak dokuz saat arayla gerçekleşen 7.7 ve 7.6 büyüklüğündeki depremler, Türkiye tarihinin en yıkıcı felaketlerinden biri oldu. Resmî rakamlara göre Türkiye’de 50.783 kişi yaşamını yitirdi, on binlerce insan yaralandı; Suriye’de de 8.476 can kaybı yaşandı. Bu felaket, 11 ile yayılan geniş bir coğrafyayı (yaklaşık 350 bin km²’lik bir alanı) etkileyerek neredeyse bir ülke büyüklüğünde bölgeyi harap etti. Milyonlarca kişi evsiz kalırken yüz binlerce yapı yerle bir oldu veya ağır hasar aldı. Depremin yıkıcı gücü, çarpıcı bir şekilde doğa ile toplum arasındaki kırılgan ilişkiyi gözler önüne serdi.

Bu afetin büyüklüğü ilk bakışta “doğal” bir felaket izlenimi yaratsa da yaşanan yıkımın boyutu, doğal olmayan pek çok insan kaynaklı ihmal ve suçu da açığa çıkardı. Nitekim Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB) depremin ardından hazırladığı kapsamlı raporda acı tablonun nedenini net bir biçimde ortaya koydu: “Deprem nedeniyle yaşadığımız bu acılar takdiri ilahi değil takdiri siyasidir”.  Bu güçlü ifade, yaşananların “kader” ya da tabiatın kaçınılmaz bir cilvesi olmayıp büyük ölçüde siyasi kararların ve ihmallerin bir sonucu olduğunu vurgulamaktadır. Gerçekten de, insan eliyle yapılan yanlışlar ve çevresel suçlar, on binlerce insanın ölümüne, şehirlerin enkaza dönmesine ve doğal dengelerin bozulmasına zemin hazırlamıştır.

İşte bu yazı, Avustralyalı ünlü Kriminolog Rob White’ın çevresel suçlar kuramındaki dört temel unsuru – mağdur, coğrafi bölge, konum ve zamansallık – merkeze alarak Kahramanmaraş depremleri özelinde bu çevresel suçları ve ihmalleri irdelemektedir. Amacımız, yaşanan felakete çevresel adalet perspektifinden bakarak “afet-risk-toplum” ilişkisini eleştirel bir bakışla ortaya koymaktır. Bu yazıda yapılaşmadan imar politikalarına, afet yönetiminden doğal alanların tahribatına uzanan çeşitli tema ve örnek olaylar üzerinden, depremin yıkımını ağırlaştıran insani faktörleri tahlil edeceğiz. Böylece, bu trajediyi sadece fay hatlarının değil, aynı zamanda rant odaklı politikaların, ihmal edilmiş uyarıların ve göz ardı edilmiş bilimsel gerçeklerin de tetiklediği bir toplumsal ve çevresel felaket olarak konumlandırmaya çalışacağız.

Çevresel Suçlara Teorik Bir Bakış: Mağdur, Bölge, Konum, Zaman

Çevresel suçlar, klasik ceza hukuku içinde tanımlanması zor, çok boyutlu olgulardır. Kriminolog Rob White, çevresel suçları anlamak için dört temel boyuta dikkat çeker: mağdur, coğrafi bölge, konum ve zamansallık. Bu perspektif, insan eylemlerinin yol açtığı çevresel tahribat ve ihmalleri kapsamlı biçimde değerlendirmeyi sağlar:

  • Mağdur Unsuru: Çevresel suçlarda mağdur kavramı, dar anlamda insanları aşar; buna tüm canlılar ve ekosistemler de dâhildir. Antroposentrik (insan merkezli) bakışa göre mağdur sadece insanlarken ekosantrik (doğamerkezci) yaklaşıma göre doğa ve tüm canlılar da mağdur kabul edilir. “Kahramanmaraş depremlerinin mağdurları yalnızca hayatını kaybeden insanlar değildir; aynı zamanda yıkılan kent dokusu, yok olan tarihî miras ve tahrip edilen çevre de bu felaketin sessiz tanıkları ve kayıplarıdır. On binlerce insanın ölümü ve milyonların evsiz kalması insanî felaket boyutunu gösterirken yeraltı sularının kirlenmesinden tarım arazilerinin ve yaban hayatının zarar görmesine kadar geniş bir ekolojik mağduriyet tablosu ortaya çıkmıştır. Çevresel adalet perspektifi, felaketin mağdurlarını böylece çok boyutlu görmemizi, hem insan topluluklarının hem de doğanın uğradığı zararı birlikte değerlendirmemizi gerektirir.
  • Coğrafi Bölge Unsuru: White’ın kuramında, çevresel suçların etkisi yerel, ulusal veya uluslararası ölçekte olabilir. Kahramanmaraş depremleri fiziksel olarak 11 ili kapsayan bir bölgede gerçekleşse de etkileri sınırları aştı. Felaket bölgesi halihazırda Türkiye’nin ekonomik olarak en kırılgan yörelerinden biriydi; ortalama gelirin düşük, yoksulluk oranlarının yüksek olduğu bu bölge sosyoekonomik kalkınma bakımından dezavantajlıydı. Depremle birlikte kitlesel göç dalgaları yaşanmış, yüzbinlerce afetzede diğer illere tahliye edilerek ulusal ölçekte demografik değişimler meydana gelmiştir. Ayrıca depremin yıkımı Suriye’nin kuzeyini de etkileyerek uluslararası bir insani kriz doğurmuştur. Dolayısıyla burada söz konusu olan, yerel bir doğal afetin çok geniş bir coğrafi bölgeyi ve hatta birden fazla ülkeyi ilgilendiren sonuçlar doğurmasıdır. Bu gerçek, çevresel suçların coğrafi ölçeğinin ne denli geniş olabileceğini; ihmallerin sadece meydana geldiği yeri değil, bütün bir toplumu ve ülkeyi etkileyebileceğini göstermektedir.
  • Konum Unsuru: Coğrafi bölge boyutuyla ilişkili olmakla beraber konum, suçun gerçekleştiği veya etkisini gösterdiği sınırlı çevresel alanın özelliklerine işaret eder. Yani, belirli bir doğal veya yapılı çevre içindeki konumsal faktörler, zararının boyutunu belirler. Deprem örneğinde, yapıların hangi zemin koşullarına ve hangi planlama kararlarına rağmen inşa edildiği hayati önem taşır. Nitekim bilim insanları, bu depremlerde zemin sıvılaşması ve benzeri jeolojik etkenlerin yıkımı artırdığını raporlamıştır. Hatay ili buna çarpıcı bir örnek sunmaktadır: Amik Gölü’nün kurutulmasıyla elde edilen ovaya yıllar içinde havaalanı, hastane ve yoğun yerleşimler yapılmıştır. Oysa Amik Ovası, üç büyük fay hattının kesiştiği, alüvyal zemine sahip bir bölgedir. Bilim insanları ve TMMOB, Hatay Havalimanı’nın eski göl tabanına yapılmasına daha proje aşamasındayken itiraz etmiş, “fay hattı üzerinde buraya havaalanı yapmayın” diye defalarca uyarmıştı. Ne var ki bu uyarılar dikkate alınmadı; havaalanı 2007’de kurutulan gölün tam ortasına inşa edildi. Sonuçta, 6 Şubat depremleri sabahı havalimanının pisti enlemesine yarılarak kullanılamaz hale geldi. Dahası, her şiddetli yağmurda su baskınlarıyla boğuşan bu havaalanı, deprem sonrasında en kritik anlarda kapalı kaldı ve bölgeye havadan yardım ulaşımını aksattı. Yine aynı ovada inşa edilen Hatay Şehir Hastanesi, yanlış yer seçimi nedeniyle depremde ağır hasar alarak hizmet dışı kaldı. Bütün bunların temelinde, “25 milyon yılda depremlerle oluşmuş bir gölü 25 yılda kurutup üzerine beton dökme” aymazlığı yatmaktadır. Konum unsuru ihlalleri, yani bilim ve tekniğin işaret ettiği güvenli alanlar yerine tehlikeli zeminlerin imara açılması, bu felaketteki yıkımı katbekat artırmıştır. Bir Hatay yerel gazetesi yazarı isyanını şu sözlerle dile getirmiştir: “Yaşadığımız depremde Hatay’da bu kadar yıkım olduysa… bunun temelinde Amik gölünün kurutulması ve gölü besleyen derelerin yataklarının değiştirilmiş olması var.” Doğal çevrenin bu şekilde tahrip edilmesi, insan yapımı çevreyi de savunmasız bırakarak çifte yıkıma yol açmıştır. Doğa, ondan çalınanı er geç geri almaktadır – nitekim depremle birlikte Amik Ovası’nda yer altı su seviyesi yükselmiş, kurutulan göl havzasında yolları ve tarlaları su basmıştır. Arazinin bin bir emekle kurutup betonlaştırılan kısımları tekrar suyla dolmuş; “su, ebedi yatağını bırakmaz” deyişi gerçek olmuştur. Kısacası konumsal yanlışlar, doğa ve toplum arasındaki dengede geri dönülmez yaralar açmıştır.

“Amik Gölü’nün kurutulup tarıma açıldığı Hatay Amik Ovası’nda, 6 Şubat 2023 depremleri sonrasında yer altı suyu yükselerek eski göl havzasının bir kısmını tekrar su altında bıraktı. Birçok yol ve tarım arazisi günlerce suyla kaplı kaldı. Bu durum, yıllar önce yapılan çevresel tahribatın ve hatalı yer seçiminin acı bir yansımasıdır.”

  • Zamansallık Unsuru: Çevresel suçların etkileri kısa vadeli veya uzun vadeli olabileceği gibi, suç ile sonuç arasındaki zaman mesafesi de değişkendir. Kahramanmaraş depremleri, anlık olarak büyük bir yıkım getirmiş olsa da bu yıkımın hazırlığı yıllar, hatta on yıllar boyunca yapılmıştır. Örneğin, Hatay Havalimanı kararının arkasında 1990’lardan 2000’lere uzanan bir süreç; Amik Gölü’nün yok edilmesinin arkasında 1950’lerden 1970’lere uzanan bir tarım politikası vardır. Keza Türkiye genelinde imar affı adı altında kaçak yapılara göz yumulmasının geçmişi 40 yıla yayılmaktadır. Sadece son 20 yılda tam 9 kez imar affı çıkarıldığı; en son 2018’deki imar barışında hiçbir mühendislik hizmeti almamış, ruhsatsız veya ruhsata aykırı ne kadar yapı varsa hepsine “yapı kayıt belgesi” verilerek meşrulaştırıldığı bilinmektedir. 294 bin 166 adet kaçak yapı bu şekilde deprem bölgesinde yasal statü kazanmıştır (örneğin Hatay’da 56.464, Adana’da 59.247, Gaziantep’te 40.224 yapı). İşte bu zamana yayılmış suç zinciri, 6 Şubat sabahı birden bire kopmuştur. Ne yazık ki insan hayatındaki zaman sınırlı olduğu halde, çevresel suçların etkileri çok daha uzun sürmektedir: bölgedeki yüzbinlerce insan halen geçici barınaklarda yaşamakta, şehirlerin yeniden inşası belki on yıl daha sürecek bir maraton olarak önümüzde durmaktadır. Depremden etkilenen 11 ilde toplam 848 binin üzerinde bağımsız birim (konut ve işyeri) ya yıkılmış ya ağır/orta hasar görmüştür. Bu barınma krizini çözmek yıllar alacaktır. Benzer şekilde, gelişigüzel kaldırılıp dökülen enkazın içerdiği asbest ve ağır metallerin yeraltı sularına, toprağa karışmasının uzun vadeli halk sağlığı etkileri önümüzdeki nesillerin sorunu olacaktır. White’ın zamansallık boyutuna göre, toplumsal olaylar yalnızca tek bir ana ait değildir; geçmiş, şimdi ve gelecek arasında süreklilik gösteren bir nedensellik ağı içinde anlam kazanır. Bu çerçevede, örneğin atmosfere zararlı gaz salımı kısa vadede hava kirliliği ve sağlık sorunları yaratırken uzun vadede sera etkisiyle iklim değişikliğine yol açar. Benzer biçimde, Kahramanmaraş depremlerindeki ihmaller de iki katmanlı bir zamansallık sergilemiştir: kısa sürede on binlerin ölümüyle sonuçlanan ani ve yıkıcı bir etki, ardından ise bölgenin demografik, ekonomik ve çevresel yapısında yıllara yayılacak bir tahribat. Dolayısıyla White’ın zamansal perspektifinden bakıldığında, asıl suç “an”da değil, yıllara yayılan kurumsal ihmal, plansızlık ve sorumsuzluk zincirindedir.

Yapılaşma ve İmar Politikaları: “Beton Yığınlarına Dönüşen Kentler”

Türkiye’de uzun yıllardır süren rant odaklı kentleşme ve denetimsiz yapılaşma pratikleri, Kahramanmaraş depremlerinin felakete dönüşmesinde belirleyici rol oynadı. Depremden en çok etkilenen iller, ne yazık ki, yıllarca süren plansız büyüme ve mühendislik ilkelerini hiçe sayan imar politikalarının kurbanı olmuş kentlerdi. TMMOB raporu açıkça belirtmektedir: “Ülkemizin, özelde ise bölgenin depremselliği görmezden gelinerek yapılan kent planlamaları, belediye meclislerinde bilim ve tekniğin ilkeleri göz ardı edilerek yapılan plan tadilatları, kamusal denetimin yeterince yapılmaması, kaçak yapılaşma kentlerimizi beton yığınlarına dönüştürmüş durumdadır”. Gerçekten de, 1999 depremlerinden alınan derslerle hazırlanan yönetmeliklerin, Kahramanmaraş depremlerinde yıkılan binalar karşısında yalnızca kâğıt üzerinde kaldığı ortaya çıktı. TÜİK verilerine göre, ağır hasar alan 10 ilin bina stokunun ortalama %52’si 2001 sonrası yapılmıştı. Örneğin Hatay’da binaların yarısı 2001 sonrası inşa edilmiş görünüyordu. Bu, demek oluyor ki kâğıt üstünde deprem yönetmeliğine tabi olup gerçekte dayanıksız inşa edilmiş on binlerce yapı mevcuttu. Nitekim bilimsel araştırmalar, yıkımın esas nedenlerinin yapısal tasarım, inşaat kalitesi ve denetim süreçlerindeki eksiklikler olduğunu ortaya koymaktadır. Yani, eksik demir, düşük kaliteli beton, projeye uyulmaması, kolon kesme gibi suç teşkil eden hatalar yaygın olarak bu yapılarda mevcuttu.

Özellikle imar affı (imar barışı) uygulamaları, bu tabloyu hazırlayan en kritik politikalardandır. 2018’de çıkartılan imar affıyla devlet, vatandaşın beyanına dayalı olarak ruhsatsız veya kaçak her yapıya bir nevi sigorta poliçesi kesti; “yapı kayıt belgesi” alan bina yasal hale geldi. Oysa bu af, kaçak yapıları güvenli hale getirmediği gibi tam tersine onların “resmileşmiş birer saatli bomba” olarak varlığını sürdürmesine yol açtı. Deprem bölgesindeki illerde toplam 294 bini aşkın yapı bu imar affından yararlandı. Üstelik bunların hangilerinin depremde yıkıldığı ya da hasar gördüğü açıklanmadı; hükûmet bu verileri paylaşmaktan kaçındı. Ancak pek çok ağır hasarlı binanın daha önce mühürlenmiş veya kaçak durumda olup af ile kurtulduğuna dair örnekler basına yansıdı. TMMOB, imar aflarının gerçek adını koymamız gerektiğini belirterek şöyle diyor: “İmar aflarıyla kaçak yapıları yasallaştıran… iktidarın ülkeyi rant alanı olarak görmesi, üç beş inşaat şirketine peşkeş çekmesi sorunun derinleşmesine neden olmuştur.” Tüm bu değerlendirmelerle, bu depremde yaşanan kitlesel can kaybı bir anlamda, “kentsel suç” olarak okunabilir. Deyim yerindeyse, enkaz altında kalanlar sadece binalar değil, yıllardır yapılan uyarılar, hazırlanması gereken yönetmelikler ve denetlenmesi gereken inşaatlardı. Ne var ki inşaat sektöründen elde edilen kısa vadeli kazançlar, kamu güvenliğinin önüne kondu.

Deprem bölgesinde yaşanan yıkımın boyutları, yalnızca yapı denetimindeki eksikliklerle değil, aynı zamanda plansız ve rant odaklı kentleşme kararlarıyla da ilgilidir. Yerleşime uygun olmayan alanların yapılaşmaya açılması, bu yıkımın zeminini yıllar öncesinden hazırlamıştır. Malatya Bostanbaşı Mahallesi örneği de plansız kentleşmenin çarpıcı bir göstergesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu bölge geçmişte kayısı bahçeleri olarak kullanılmaktaydı. Ancak son 10 yıl içinde alan yapılaşmaya açılmıştır. Bölgedeki yapılaşma sürecinde kritik hatalar yapılmıştır. Öncelikle var olan 5 kat sınırlaması kaldırılmıştır. Ardından bina yükseklikleri tamamen serbest bırakılmıştır. Bu kararlar, zemin-yapı ilişkisinin göz ardı edildiğini açıkça ortaya koymaktadır. Tarım arazisinin yapılaşmaya bu şekilde kontrolsüz açılması, deprem güvenliği açısından ciddi riskler oluşturmuştur.

Yapılaşma politikalarının bir diğer boyutu da kentsel dönüşümün amacından saptırılmasıdır. 1999’dan sonra ülke çapında eskimiş yapı stokunu yenilemek amacıyla başlatılan kentsel dönüşüm programları, çoğu yerde rantsal dönüşüm projelerine evrildi. Deprem riski yüksek bölgelerde gerçekten riskli binalar dönüşmeyi beklerken daha çok ekonomik düzlemde değerli arsalar ve merkezî semtler önceliklendirildi. Yerel yönetimler ile merkezi idare arasındaki koordinasyonsuzluk ve siyasi anlaşmazlıklar nedeniyle hayati kararlar gecikti. Tüm bu ihmaller, “deprem öldürmez, bina öldürür” sözünün acı bir ispatı olarak karşımıza çıktı.

Doğal Alanların Tahribatı: Ekolojik İhmalin Bedeli

Çevresel adalet bağlamında, deprem felaketinde dikkat çeken bir diğer boyut, yıllar içinde bölgedeki doğal alanların tahrip edilmesi ve bunun sonuçlarıdır. Yukarıda Hatay özelinde Amik Gölü örneğini ele aldık. Bu vaka, aslında çok daha kapsamlı bir sorunun parçasıdır: Türkiye’de kalkınma adına doğanın feda edilmesi ve bunun birikimli riskleri. Amik Gölü, bir zamanlar 300 km²’yi bulan yüzölçümüyle Asi Nehri havzasının can damarıydı. 250’den fazla kuş türüne ev sahipliği yapıyor, balıkçılık ve tarımla yöre halkına hem geçim hem de iklimsel faydalar sağlıyordu. 1970’lerde tamamen kurutulmasıyla bu ekolojik denge bozuldu; mikroklima değişti, verimli topraklar tuzlanma ve kuraklık sorunlarıyla karşılaştı. Bu ekolojik yıkım, on yıllar sonra deprem anında coğrafyanın savunmasızlığı olarak geri döndü. Zemin etüdü yapılmadan, eski bataklık alanlara kurulan yapılar sarsıntıda adeta “beton taban üzerine değil, batak zemine” oturduklarını hatırlattılar. Antakya’nın bazı mahallelerinde binaların bir yana yatması, kolonların kum gibi dağılması hep bu zeminsel zafiyete işaret ediyordu. Yukarıda atıf yaptığımız Hatay yerel gazetesi köşe yazısında, yazarın feryadı bu yüzden çok anlamlıdır: “Sizlerin kulağınızı bilime, aktivistlere tıkamanız bizlerin canına mal oldu. Öldük biz, şimdi duyuyor musunuz?” diye soruyordu. Bu sözler, ekolojik uyarıları dinlememenin topluma ödettirdiği bedelin ifadesidir.

Benzer şekilde, diğer illerde de doğal yapıların hoyratça kullanımı felaket riskini büyütmüştür. Maraş ve Adıyaman gibi illerde tarım arazileri üzerine kurulan yoğun beton bloklar ne zeminin kaldırabileceği yükü ne de olası bir depremin etkilerini hesaba katmıştır. Yeraltı suyu drenajı gözetilmeden hızla büyüyen kentler, sarsıntı anında su tabakasının yukarı çıkmasıyla temellerini kaybetmiş, binalar kayarak devrilmiştir. Yine orman alanlarının tahribi ve dikey yapılaşmanın rüzgâr koridorlarını kesmesi, deprem anında toz bulutlarını, yangın risklerini artırmıştır. Ekolojik denge, bir anlamda afet anında en kritik müttefikimizdir; fakat bu bölgede insan eliyle denge bozulduğu için doğa da bize karşı koymuştur.

Çevresel adalet açısından bakıldığında, doğal kaynakların ve alanların tahribatının yükü adil dağıtılmamaktadır. Genelde yoksul veya periferideki bölgeler, çevresel yıkım projelerine maruz kalır; faydasını başkaları görürken riskini yerel halk çeker. Amik Ovası’nda gölü kurutup tarıma açanlar belki kısa vadede üretim artışı sağladılar ama en büyük maliyeti Hatay halkı canıyla ve malıyla ödedi. Benzer şekilde, deprem sonrasında da enkazların plansızca nehirlere, vadi yataklarına dökülmesi yeni çevre felaketlerine davetiye çıkarmaktadır. Çevresel adalet, tam da bu noktada devreye girer: doğanın haklarını ve kırılgan toplum kesimlerinin haklarını birlikte gözeten bir yaklaşım benimsemek. Aksi halde, doğa intikamını er ya da geç almakta, en kırılgan grupları vuracak şekilde geri dönmektedir.

Afet Yönetimi: İhmal Edilen Hazırlık ve Kaotik Sonuçlar

Depremler yalnızca öncesindeki ihmallerle değil, sonrasındaki afet yönetimi zafiyetleriyle de bir toplumsal krize dönüşmüştür. Afet yönetimi de çevresel suçlar bağlamında ele alınabilir; zira etkin, adil ve hızlı bir müdahale yapılmaması, mağdurları daha da mağdur ederek bir nevi “ikinci felaket” yaratır. Kahramanmaraş depremlerinde ne yazık ki ilk günlerde arama-kurtarma çalışmaları geç ve yetersiz kaldı. İletişim altyapısının çökmesi, koordinasyon eksikliği ve hazırlıksızlık yüzünden enkaz altında yardım bekleyen insanlar günlerce kurtarılamadı. Enkazdan sağ çıkarılan cenazelerin bile uygun şekilde kimliklendirilip defnedilemediği, pek çok naaşın örnek alınmadan topluca gömüldüğü rapor edildi. Bu durum, hem insani açıdan travmayı derinleştirmiş hem de adalet arayışında ileride delil yetersizliği gibi sorunlara yol açmıştır.

Barınma ve insani yardım konusunda da ciddi sorunlar yaşandı. Deprem sonrası 645 bin çadır kurulup yaklaşık 2,5 milyon kişinin çadır kentlerde barındırıldığı açıklandı. Ancak bu çadır kentlerin bir kısmı kış şartlarına uygun değildi; su, sanitasyon, ısıtma gibi temel altyapılar ilk haftalarda yok denecek düzeydeydi. Sonrasında kurulan konteyner kentler de uluslararası standartlardan uzak, plansız alanlara dağıldı. Bu esnada özellikle dezavantajlı gruplar (yaşlılar, engelliler, çocuklar) hizmetlere erişimde zorluk çekti. Bir anlamda, afetten en çok zarar gören kesimler, afetzede olduktan sonra da en çok bedel ödeyenler oldu. Bu, çevresel adalet ilkelerine açıkça aykırıdır; zira afet yönetiminin özünde, en kırılgan olana öncelik vermek, kimsenin dışlanmamasını sağlamak yatar.

Afet yönetiminin çevresel boyutu da kritik idi. On milyonlarca tonluk enkaz atığı hızla kaldırılmak istendi ancak bilimsel atık yönetimi planları hazırlanmadan, alelacele adımlar atıldı. Bunun sonucunda molozlar dere yataklarına, tarım alanı kenarlarına döküldü; içerdikleri asbest, ağır metal ve kimyasallar çevreye sızmaya başladı. TMMOB, seçim öncesi siyasi iktidarın “enkazı temizledik, yaraları sardık” görüntüsü vermek için çevre ve halk sağlığı risklerini göz ardı ettiğini vurgulamıştır. Nitekim bu durum, ileride bölgede ciddi su ve toprak kirliliği sorunları çıkarabilecektir. Ayrıca kadim kent merkezlerinde, örneğin Antakya’nın tarihî dokusunda, enkaz kaldırma adı altında ağır iş makineleriyle girilerek binlerce yıllık kültürel miras da tahrip edildi. Korunabilecek bazı yapılar dahi hızla yıkılıp moloz haline getirilirken hafriyat kamyonları bu enkazı taşıma kapasitesinin çok üzerine çıkıp yolları hırpaladı, toz ve atık saçtı. Bütün bunlar, afet sonrası yönetimin çevresel sorumluluktan ne denli uzak kalabildiğini gösteren acı örneklerdir.

Afet yönetiminin başarısızlığı bir bakıma önceden belliydi: deprem öncesi yıllarda uzmanlar sürekli uyarılar yapmış, Meclis’te yüzlerce soru önergesi verilmiş ancak yeterli hazırlık yapılmamıştı. Özel İletişim Vergisi (ÖTV) adı altında 1999’dan beri toplanan 38 milyar dolar tutarındaki deprem fonu amacına uygun kullanılmamış, nereye harcandığı şeffaf biçimde açıklanmamıştı. Sonuçta, deprem anında devletin ilk refleksi zayıf kalmış, halk ilk birkaç günü kendi imkânlarıyla atlatmak zorunda kalmıştır. Afet risk yönetimi, afet gerçekleşmeden önce alınması gereken önlemleri içerir; ancak bu konuda politik irade ve kaynak ayırma eksikliği olduğu ortadadır.

Değerlendirme: Çevresel Adalet ve Toplumsal Sonuçlar

Tüm bu analizler ışığında, 6 Şubat depremleri bir “çevresel adalet” krizi olarak okunabilir. Çevresel adalet, çevresel risklerin ve kaynakların toplumda adil dağılımını, karar alma süreçlerine herkesin eşit katılımını savunan bir yaklaşımdır. Oysa deprem bölgesinde yıllardır biriken riskler adil olmayan biçimde yoksul halkın üzerine yıkılmıştır. Karar alma süreçleri; yani kente nasıl imar verileceği, nerelere fabrika, baraj, havaalanı kurulacağı gibi kritik kararlar halkın ve uzmanların itirazları duymazdan gelinerek alınmıştır. Sonuçta doğa ve toplum nezdinde ortaya çıkan zarar, adaletsizliğin bir ürünüdür.

Deprem, aynı zamanda sınıfsal ve bölgesel eşitsizlikleri açığa çıkarmıştır. Afetten etkilenen iller, Türkiye’nin merkezine uzak, yıllardır kalkınma göstergeleri düşük seviyede seyreden bir bölgeydi. Bu illerde denetimsizliğin, kayıt dışı ekonominin yaygın olması da bir rastlantı değildir; ekonomik ve siyasi güç eksikliği, hak arama mekanizmalarının zayıflığı çevresel adaletsizliği pekiştirmiştir. Başka bir ifadeyle Maraş merkezli depremler, benzer riskleri barındıran Anadolu kentlerinin sessiz birer tehlike bombası haline geldiğini gösterdi.

Çevresel adalet perspektifinden önemli bir husus da hesap verebilirlik meselesidir. Afet sonrası dönemde birkaç müteahhit, bina sahibi gözaltına alınsa da asıl sorumluluk zincirinin en tepesinden en altına kadar uzanan bir hesaplaşma henüz yapılmadı. Oysa çevresel suç kavramı, failin sadece doğrudan eylemi yapan değil, onu mümkün kılan sistemin bütün aktörleri olabileceğini söyler. Bu bağlamda, denetim görevini ihmal eden kamu görevlileri, uyarıları kulak ardı eden siyasetçiler, bilimi değersizleştiren popülist yaklaşımlar da bu suçun parçasıdır. TMMOB, raporunda açıkça “bütün kurumların ve bireylerin kolektif sorumluluğu”ndan bahsederken tam da bunu kasteder. Eğer bu geniş perspektif benimsenmezse, suçu birkaç “günah keçisi” üzerinden kapatıp sistemik sorunları görmezden gelmek gibi bir tehlikeyle karşı karşıya kalırız. Bu ise gelecekte benzer trajedilerin yaşanmasına davetiye çıkarmak olacaktır.

Elbette, çevresel adaleti sağlamak sadece hesap sormakla kalmaz; aynı zamanda yeni bir toplumsal bilinç ve politika dönüşümü gerektirir. Bu felaketten çıkarılacak en büyük ders, insan toplumunun doğayla uyum içinde yaşamak zorunda olduğudur. Planlama ve kalkınma faaliyetlerinin merkezine insan yaşam hakkını ve ekosistem bütünlüğünü koymak zorundayız. Rob White’ın ekosantrik yaklaşımını hatırlayarak söylersek, doğa insan için değil, insan doğanın bir parçası olarak görülmelidir. Aksi halde, doğayı araçsallaştırmanın sonu hem doğanın hem insanın felaketi oluyor.

Sonuç

“Doğa intikamını alır” sözü, klişe gibi dursa da 6 Şubat 2023’te gerçek anlamını buldu. Yıllardır bilimin, meslek odalarının ve doğanın sesine tıkanan kulaklar, bir sabah ansızın beton enkazların altında açıldı. Bu felaket, bize çevresel suçların soyut bir kavram değil, bizzat can yakan, şehir yıkan, toplum çökerten olgular olduğunu gösterdi. Mağdurlar yalnızca depremde yaşamını yitiren on binler değil; şehirlerin kimliği, kültürel miras, hepsi bu suçun kurbanı oldu. Coğrafi kapsam olarak bütün bir ülke, hatta insanlık bu yükü paylaştı; yardım konvoyları, uluslararası dayanışma bunun göstergesi. Konum olarak yanlış yerlerde durmamızın bedelini ödedik; fay hatlarının, göl yataklarının, alüvyon zeminin inadına oraya diktiğimiz yapılarla birlikte biz de yıkıldık. Zaman olarak ise, geçmişteki hataların geleceğimizi nasıl ipotek altına aldığını acıyla deneyimledik.

Şimdi önümüzde bir yol ayrımı var: ya bu yaşananları unutup aynı ihmalkâr düzene devam edeceğiz, ya da bu acı deneyimi bir uyanış haline getireceğiz. Çevresel adalet ve afet risk bilincini kamusal politikaların merkezine koymak, lüks değil zorunluluktur. Deprem vergilerinin gerçekten depreme hazırlanmak için kullanıldığı, imar kararlarında halkın ve bilimin söz sahibi olduğu, doğanın haklarına saygı duyan bir düzen kurulmadan benzeri felaketlerin önüne geçilemez. Toplum olarak talebimiz, gelecek nesillerin güvenli şehirlerde yaşama hakkının sağlanması, doğanın ve kültürel mirasın korunması olmalıdır.

Son söz, yine isyan eden Hataylıların sözleri olsun: “Biz sizin yanlış kararlarınızın bedelini çok ağır ödedik. Şehrimiz, dostlarımız öldü.” Bu bedelin bir daha ödenmemesi için çevresel adaletin sesine kulak vermek zorundayız. Unutmayalım, deprem değil ihmal öldürür – ve ihmal, önlenebilir bir insan eylemidir. Eğer suç ise, mutlaka engellenmeli ve cezalandırılmalıdır. Aksi halde, takdiri ilahi diyerek geçiştirilen her felaket, aslında bizim toplumsal günahımız olarak tarih sayfalarına kazınmaya devam edecektir.

Kurutulan Amik Gölü’nün ortasına inşa edilen Hatay Havalimanı’nın pisti, 6 Şubat 2023 depreminde derin yarıklarla parçalandı. Bu fotoğraf, bilime ve uyarılara kulak tıkayan imar politikalarının trajik bir sembolü haline geldi.

 Kaynakça

  • Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı (Afad). (2018). Türkiye’nin deprem tehlike haritası ve risk değerlendirmesi raporu. Ankara: AFAD Yayınları.
  • Alacakaptan, U. (1975). Ceza hukukunda çevre suçları ve sorumluluk kavramı. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 32(2), 45-63.
  • Brisman, A. (2014). Green cultural criminology: Constructions of environmental harm, consumerism, and resistance to ecological destruction.
  • Cumhuriyet Gazetesi. (2023, Şubat 15). Hatay Havalimanı eski Amik Gölü üzerine kuruldu. https://www.cumhuriyet.com.tr
  • Çevre Kanunu. (1983). Resmî Gazete (Tarih: 11.08.1983, Sayı: 18132).
  • (2023, Mart 10). Amik Gölü’nün kurutulmasının ekolojik sonuçları. https://www.ekoiq.com
  • Gardiner, S. M. (2011). A perfect moral storm: The ethical tragedy of climate change. Oxford University Press.
  • Goyes, D. R., & South, N. (2017). The injustices of policing, globalisation and environmental crime. Theoretical Criminology, 21(2), 165-181.
  • Gözlem Gazetesi. (2023, Şubat 10). Yüzyılın felaketi: Kahramanmaraş depremleri. https://www.gozlemgazetesi.com
  • Greife, M., Stretesky, P. B., Long, M. A., & Lynch, M. J. (2017). Corporate environmental crime and environmental justice. Critical Criminology, 25(3), 327-346.
  • Groombridge, N. (1998). Crime and the environment. Theoretical Criminology, 2(2), 249-267.
  • Özen, N. (2010). Çevre hukuku ve çevresel suçlar. İstanbul: Beta Yayınları.
  • Plumwood, V. (2002). Environmental culture: The ecological crisis of reason.
  • Türk Ceza Kanunu. (2004). Resmî Gazete (Tarih: 12.10.2004, Sayı: 25611).
  • Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB). (2023a). 6 Şubat 2023 depremleri tespit ve değerlendirme raporu. Ankara: TMMOB Yayınları.
  • Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB). (2023b). Deprem sonrası hasar tespit ve yapı denetim analizi. Ankara: TMMOB Yayınları.
  • Türkiye Gazetesi. (2023, Mart 2). TBMM Deprem Araştırma Komisyonu raporu. https://www.turkiyegazetesi.com.tr
  • Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK). (2021). Bina stok istatistikleri. https://data.tuik.gov.tr
  • White, R. (2013). Environmental crime: A reader. Willan Publishing.