İstanbul’un Kapalıçarşı’sından Ankara’nın Ulus Meydanı’na, İzmir’in Kemeraltı Çarşısı’ndan Gaziantep’in tarihi sokaklarına kadar, kentsel alanlar toplumun nabzını tutan, kimliğini şekillendiren yaşam merkezleri olagelmiştir. 1950’lerden günümüze kadar uygulanan politikalar, bu kadim şehirler başta olmak üzere şehirciliğin ruhunu oluşturan canlı ve dinamik kent dokusunu giderek zayıflatmakta, özgün karakterleri silikleştirmektedir. Bu dönüşüm, yalnızca fiziksel bir değişimin ötesinde; toplumsal, ekonomik ve kültürel boyutları olan karmaşık bir süreçtir. Hızlı nüfus artışı, kontrolsüz kentleşme, ekonomik dalgalanmalar, teknolojik gelişmeler ve küreselleşmenin etkileri, Türkiye’nin kentsel dinamiklerini derinden etkilemektedir. Bu yazı, Türkiye’deki kentsel dinamiklerin gerileme sürecini derinlemesine incelemeyi hedefliyor. Yazının temel amacı,
- Kentsel dokudaki bu dönüşümün altında yatan çok boyutlu faktörleri analiz etmek,
- Değişimin başlangıç noktasını ve zaman içindeki evrimini tarihsel bir perspektifle ele almak,
- Bu sürecin toplumsal yapı, ekonomik faaliyetler ve kültürel miras üzerindeki etkilerini değerlendirmek.
Bu yazı, bu karmaşık süreci anlamak ve analiz etmek için bir başlangıç noktası olarak değerlendirilmelidir. Kentleşmenin tarihsel gelişimini, yasal düzenlemelerin etkilerini ve günümüzdeki durumunu ele alarak, şehirlerin dönüşümün çok boyutlu yapısını ortaya koymaya çalıştık. Ancak, bu analiz sadece mevcut durumu anlamakla sınırlı kalmamalı. Gelecek için sürdürülebilir çözümler üretmek, kentlerimizi daha yaşanabilir, adil ve çevre dostu hale getirmek için atılması gereken adımları da düşünmeliyiz. Bu nedenle, bir sonraki yazımızda çözüm arayışlarını değerlendireceğiz. Sürdürülebilir kentleşme modelleri, akıllı şehir uygulamaları, sosyal uyum politikaları, çevre dostu kentsel tasarım yaklaşımları gibi konuları ele alacağız. Ayrıca, dünyadan başarılı örnekleri inceleyerek, Türkiye’nin kentsel geleceği için uyarlanabilecek stratejileri tartışacağız.
Gerilemenin Kökleri: 1950 Sonrası Hızlı Kentleşme ve Etkileri
Türkiye’nin kentsel dokusundaki mevcut dönüşümü anlamak için 20. yüzyılın ortalarına, özellikle 1950’lere bakmak gerekiyor. Bu dönem, Türkiye’nin kentleşme tarihinde kritik bir dönüm noktasını temsil ediyor. Tabii ki bu dönemi ve beraberinde getirdiği değişimi, hem ülke içindeki siyasi atmosfer hem de dünya genelinde yaşanan gelişmeler ışığında okumak gerekir. II. Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte, dünya sahnesinde yeni bir çağ açıldı ve bu rüzgar Türkiye’yi de etkisi altına aldı. Demokrasi, insan hakları ve refah devleti kavramları, küresel ölçekte olduğu gibi Türkiye’de de yükselen değerler haline geldi. Bu yeni düzen, Türkiye’nin siyasi ve ekonomik yapısında köklü dönüşümlerin fitilini ateşledi. Çok partili siyasi sisteme geçişle birlikte Demokrat Parti’nin iktidara gelişi, devletçi politikaların yerini liberal ekonomik söylemlere bıraktı. Bu yeni ekonomik yaklaşımlar, kırsal kesimde büyük bir değişimin kapısını araladı. Tarımda makineleşme ve traktör kullanımının hızla yayılması, köylerdeki iş gücüne olan ihtiyacı azalttı Aynı dönemde, demiryolundan karayolu ağırlıklı bir stratejiye geçildi. Tüm bu köklü dönüşümler, köylerden kentlere büyük bir göç dalgasını başlattı. Türkiye, bu süreçle birlikte kentleşme serüveninde bambaşka bir döneme girdi; şehirler hızla büyürken, kırsaldan gelen milyonlar yeni bir hayat arayışına yöneldi. Başka bir ifadeyle, kırdan kente yaşanan bu hareketliliğin temel nedenleri arasında o dönemde alınan ekonomik, sosyal ve politik kararlar etkili oldu. Tarımda makineleşme, kırsal alanda işgücü fazlasına yol açarken; şehirlerdeki sanayi yatırımları yeni iş imkanları sunuyordu. Kentler, daha iyi eğitim ve sağlık hizmetleri, modern yaşam tarzı gibi çekici unsurlar barındırıyordu. Tüm bu gelişmeler kırsal kesimden kentlere doğru büyük bir nüfus hareketini tetikledi. İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük şehirler başta olmak üzere, kentsel nüfus hızla arttı. Bu süreç, Türkiye’nin sosyo-ekonomik yapısını derinden etkiledi ve kentsel alanların bugünkü görünümünün temellerini attı.
Göçün kentsel alanlara etkileri derin ve çok boyutlu oldu. Şehirler, hızla artan nüfusa hazırlıksız yakalanırken, mevcut altyapı ve kentsel planlama mekanizmaları göç dalgasının boyutu karşısında yetersiz kaldı. Konut ihtiyacını karşılamak amacıyla, şehirlerin çeperlerinde “gecekondu” olarak adlandırılan derme çatma yapılar ortaya çıktı. Bu yapılar, altyapı hizmetlerinden yoksun ve şehirle bütünleşme imkanından mahrum bölgelerde yer aldı. Bu da kırsal kesimden gelenlerle yerleşik kent sakinleri arasında kültürel farklılıklar ve sosyal gerilimlerin yaşanmasına yol açtı. 1960’larda gecekonduların biçim değiştirmeye başlamasıyla birlikte, yasadışı yapılanma sonucu oluşan bu konut dokusu, 1970’lerde kentler için ciddi bir tehdit haline geldi. Bu dönemde çıkarılan imar afları, sorunu daha da derinleştirerek, özellikle yoğun göç alan büyük kentlerde plansızlığın ve sağlıksız kent dokularının hızla artmasına neden oldu. Yani plansız ve hızlı kentleşme, şehirlerin özgün karakterlerini ve tarihi dokularını zedeledi. Gecekondu bölgeleri ile planlı yerleşim alanları arasında keskin ayrımlar oluştu, bu da sosyal uyumu zorlaştıran önemli bir etken haline geldi. Yani kırsal ve kentsel kültürlerin bir araya gelmesiyle birlikte yeni kentli kimlikleri oluştu. Aynı zamanda, şehirlerin ekonomik yapısı hızla artan nüfusun istihdam talebini karşılayamayınca, kayıt dışı ekonomi yaygınlaştı ve işsizlik oranları yükseldi. Bu dönem, şehirlerin sosyal ve ekonomik yapısında derin kırılmalar yarattı. Başka bir ifadeyle, şehirlerin geçirdiği bu dönüşüm sadece fiziksel bir değişim değil, aynı zamanda toplumsal, ekonomik ve kültürel bir metamorfozdu. Rakamlar da bu dönüşümü açıkça ortaya koyuyor. 1950’li yıllarda kentte yaşayan nüfus oranı %25,1 iken, bu oran 1970’li yıllarda %38,5’e yükseldi. Aynı dönemde kırsal nüfus oranı ise %75’ten %61,5’e geriledi.
1980’ler: Ekonomik Liberalleşme ve Değişen Kentsel Manzaralar
1980’ler Türkiye’nin kentsel dinamiklerinde, 1950’lerde başlayan kentleşme sürecinin çok farklı bir evresini başlattı. 1950’lerdeki hızlı göç ve plansız büyümenin üzerine inşa edilen şehirler, 1980’lerde ekonomik liberalleşme ile birlikte yeni bir dönüşüm sürecine girdi. Turgut Özal’ın Başbakanlığı döneminde ülke, ekonomik liberalleşmeye yönelerek küresel pazarlara açıldı ve kapitalist bir model benimsedi. Bu köklü ekonomik dönüşüm, ülkenin yapısında derin izler bıraktı ve şehirlerin çehresi hızla değişti. Şehirlerdeki bu değişim, kentsel alanların sosyal dokusunu ve yaşam tarzlarını köklü bir şekilde dönüştürdü. Bu dönüşümün en belirgin etkilerinden biri, kentsel alanların ticarileşmesi oldu. Şehir merkezleri, ticari gelişmelerin baskısıyla tarihi dokularını kaybetmeye başladı; mahalleler ve yerel topluluklar hem toplumsal bağları hem de yaşam alanları, büyük iş merkezleri, oteller ve ticari binaların yükselmesiyle yerinden edildi. Bu süreç, kentsel alanların sosyal dokusunu zayıflatarak, toplulukların yerlerinden edilmesine ve yaşam biçimlerinin köklü şekilde değişmesine neden oldu. Başka bir ifadeyle, yeni ekonomik düzen, şehirlerin sosyal bağlarını kopararak topluluk merkezli alanların yerini ticaret ve tüketim odaklı mekânlara bıraktı. Bu süreçten en çok kamusal alanlar etkilendi. Başka bir ifadeyle 1980’lerin ekonomik politikaları özel sektör yatırımlarını önceliklendirirken, şehir merkezlerinde ve yeni gelişen bölgelerde ticari projeler hızla yükseldi. Ancak bu projeler, parklar, meydanlar ve diğer kamusal alanların ihmal edilmesine yol açtı. Bir zamanlar insanların sosyalleştiği meydanlar ve parklar, yerini alışveriş merkezlerine ve ticari binalara bıraktı. Bu kamusal alanların azalması, kent yaşamındaki sosyal bağları zayıflatarak, şehirlerin kültürel ve toplumsal canlılığının kaybolmasına neden oldu. Yeni ekonomik düzenin etkisi, sadece topluluk merkezli alanların ticaret ve tüketim odaklı mekânlara dönüşmesiyle sınırlı kalmadı. Diğer önemli değişim banliyöleşme eğiliminde kendini gösterdi. Orta sınıfın büyümesi ve ekonomik refahın artmasıyla birlikte, şehir merkezlerinden uzaklaşma eğilimi hız kazandı. Kapalı siteler ve uydu kentler hızla inşa edildi, özellikle İstanbul gibi büyük şehirlerde bu gelişim, kent merkezlerinin sosyal yapısını kökten değiştirdi ve şehir sakinlerini banliyölere çekti. Bu yeni yerleşim alanları, orta ve üst sınıfa güvenli ve konforlu yaşam alanları sunarken, kentsel toplulukların parçalanmasına neden oldu. Toplumsal kaynaşma, yerini sınıfsal ayrışmalara ve kentsel parçalanmalara bıraktı. Şehirlerin sosyolojik yapısındaki bu dönüşüm, uzun vadede sosyal eşitsizliklerin derinleşmesine yol açtı.Bu yıllarda hem ekonomik hem de yönetsel yapıdaki değişimlerle birlikte kentlerin nüfus artışında da dikkat çekici bir dönüşüm yaşandı. O yılların verilerine baktığımızda, 1980 yılında nüfusun %43,9’u kentlerde, %56,1’i ise kırsalda yaşıyordu. 1985 yılında ise kentsel nüfus oranı %53’e yükselirken, kırsalda yaşayan nüfus %47’ye geriledi. Kentsel nüfus artışındaki bu değişim sadece bir istatistiksel veri değil; şehirlerin çehresinde ve toplumsal yapısında derin izler bırakan bir süreçti. 1990’lara gelindiğinde ise Türkiye’de şehirleşme, hala ülkenin en önemli gündem maddelerinden biri olarak varlığını sürdürüyordu ve artık.nüfusun %59’u kentlerde yaşıyordu.
1990’lar: Küreselleşme ve Kimlik Krizi
1990’lar ve 2000’ler, Türkiye’nin küresel ekonomiye daha fazla entegre olduğu ve şehirlerinin birçok yeni zorlukla karşı karşıya kaldığı bir dönem olarak öne çıkıyor. Bu dönemde, küresel mimari trendler ve uluslararası markaların yaygınlaşması, kentsel alanların homojenleşmesine yol açtı. Türk şehirlerine özgün kimliklerini kazandıran yerel özellikler giderek silikleşti ve şehirler, küresel şablonlar üzerine kurulu yapılarla dolmaya başladı. Bununla birlikte, araba sahipliğinin artması ve toplu taşımaya yapılan yetersiz yatırımlar, şehirleri giderek daha fazla araba odaklı hale getirdi. Bu durum, sadece trafik sıkışıklığı ve hava kirliliğini artırmakla kalmadı, aynı zamanda şehirlerin yaya dostu özelliklerini de zayıflattı. Kentler, insan odaklı tasarımdan uzaklaşarak ulaşım ve altyapı sorunlarına daha fazla odaklanmak zorunda kaldı. Ayrıca, Türkiye’de kentsel yaşamın önemli bir parçası olan birçok geleneksel zanaat ve sanayi, küreselleşen ekonomide rekabet edemeyerek yok olmaya başladı. Bu kayıp, sadece şehirlerin ekonomik yapısını değil, aynı zamanda kültürel kimliklerini de derinden etkiledi. Modernleşmenin baskısı altında geleneksel el sanatları ve yerel üretimler geri planda kalırken, şehirler bu süreçte kimlik ve sürdürülebilirlik krizleriyle mücadele etmek zorunda kaldı.
2000’ler: Mekansal Dönüşümün İki Yüzü
2000’li yıllar, Türkiye’de kentleşme politikalarında büyük değişimlerin yaşandığı bir dönemi işaret ediyordu. Yerel yönetim reformları, kentsel dönüşüm yasaları ve büyük altyapı projeleri şehirlerimizi yeniden şekillendirme vaadiyle sunulmuştu. Ancak bu süreç, şehirlerimizin özgün kimliğini yok eden, sosyal adaleti ihmal eden ve çevresel sürdürülebilirliği göz ardı eden uygulamalara dönüştü.
2004 ve 2005 yıllarında çıkarılan 5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanunu, 5393 sayılı Belediye Kanunu ve 5302 sayılı İl Özel İdaresi Kanunu ile yerel yönetimlere daha fazla yetki ve kaynak sağlandı. Ne var ki bu yetkiler, merkezi idarenin yönlendirmesiyle ve yerel yönetimlerin kısa vadeli çıkarlarına göre şekillendi. Kentsel rantın yeniden dağıtımı için bir araç haline gelen bu düzenlemeler, uzun vadeli kentsel planlama ve sürdürülebilir gelişim hedeflerinin önüne geçti. Daha önce yerel düzeyde uygulanan katılımcı yaklaşımlar, kentsel planlamanın bir parçası olarak gündeme alınmaya başladı. Stratejik planlama, katılımcı koruma politikaları ve çok aktörlü karar alma süreçleri gibi çabalar öne çıktı. Ancak, hızla devam eden göç ve sosyo-ekonomik kutuplaşmalar, özellikle 1999 Marmara Depremi’nin ardından, kentsel dönüşüm sadece bir modernleşme hareketi değil, aynı zamanda bir hayatta kalma stratejisi olarak görülmeye başlandı. Başka bir ifadeyle, bu dönemde şehircilik açısından öne çıkan gelişmelerden biri, kentsel dönüşümün yasal zemine oturtulması oldu. Bu dönemde, özellikle büyük şehirlerde toplumun hafızasını oluşturan tarihi dokular yıkıldı, bu yapılarda yaşayanlar yerlerinden edildi. Yerlerine AVM’ler ve rezidanslar inşa edildi. Şehirlerin ruhunu oluşturan bu kültürel miras yok olurken, kentlerin özgün karakterleri de ortadan kalktı. Kentsel dönüşüm adı altında yürütülen projeler, şehirlerimizin kimliğini zayıflattı ve tek tip, kimliksiz yapılaşmaların yaygınlaşmasına neden oldu. Sonuç olarak, plansız ve kontrolsüz büyüyen kentsel alanlar, geri dönüşü olmayan bir şekilde tarihi ve kültürel dokuya zarar verdi. Ayrıca, bu projeler sosyal eşitsizliklerin derinleşmesine de neden oldu.
2012’ler: Kentsel Dönüşüm, İmar Yetkisinin Devri ve Kırsal Alanların Yok Oluşu
Geçtiğimiz 10 yıl, belki de Türkiye’nin kentsel manzarasında en dramatik değişikliklerin yaşandığı bir dönem oldu. Büyük ölçekli kentsel dönüşüm projeleri, şehirlerin fiziksel yapısını yeniden şekillendirirken, bu süreç hukuksal düzenlemelerle de desteklendi. Ancak, kentsel dönüşüme duyulan ihtiyaç, yasal zeminde yetersiz kaldı. Bu yetersizliğe cevap vermek amacıyla 2012 yılında 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun, bilinen adıyla “Kentsel Dönüşüm Yasası” çıkarıldı. Deprem riskini azaltma gerekçesiyle çıkarılan bu yasa, aslında büyük bir kentsel dönüşüm hamlesinin kapısını araladı. Bu süreçte kentsel dönüşüm projeleri, çoğunlukla sosyal dokuyu gözetmeksizin sadece fiziksel yenilemeye odaklandı. Mahalle kültürü yok olurken, dikey mimari şehirlere hâkim oldu. Kentsel dönüşüm, daha çok rant odaklı projelere dönüşerek, tarihi ve kültürel dokuları göz ardı etti. Bu durum, şehirlerin kimliğini zayıflatırken, sosyal yapıyı da parçaladı. Dar gelirli kesimler şehir merkezlerinden uzaklaştırıldı ve kent merkezleri lüks konut projeleri ile iş merkezlerine teslim oldu. Bu da kentlerdeki sosyal dokunun zayıflamasına ve toplumsal gerilimlerin artmasına neden oldu. Aynı dönemde gerçekleştirilen büyük altyapı projeleri de çevresel tahribatı hızlandırdı. İstanbul’da yapılan üçüncü köprü ve üçüncü havalimanı gibi projeler, şehrin kuzeyindeki ormanları ve su havzalarını tehdit etti. Bu projeler, İstanbul’un nefes almasını sağlayan son yeşil alanları ve hava koridorlarını yok etti. Şehirler, hızla betonlaşan bir yapıya bürünürken, çevresel sürdürülebilirlik göz ardı edildi. Bunun yanı sıra 6 Şubat 2023’te yaşanan Kahramanmaraş merkezli depremler de, kentsel dönüşümün yıkıcı maddi ve manevi etkilerini bir kez daha gözler önüne serdi. Bu felaket, mevcut kentsel dönüşüm politikalarının ve uygulamalarının yeniden değerlendirilmesi gerektiğini gösterdi.
Şehircilik üzerinde olumsuz etkiler yaratan düzenlemelerden biri de 2012 yılında yürürlüğe giren 6360 Sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanunu oldu. Bu kanun, Türkiye’deki kentleşme oranlarını idari olarak artıran, ancak kırsal yapıyı köklü bir şekilde bozan bir yasal düzenleme olarak öne çıktı. Kanunla birlikte büyükşehir belediyelerinin sayısı 16’dan 30’a çıkarıldı ve bu belediyelerin yetki alanları il mülki sınırlarına kadar genişletildi. Bu düzenlemenin en çarpıcı sonucu, nüfusun %90’ından fazlasının artık büyükşehirlerde yaşıyor olması. Bu idari değişiklik, şehir hayatının yanı sıra; kırsal yaşamın doğasını değiştiren ve kırsal alanları kent baskısı altında bırakan bir süreci de başlattı. Kırsal bölgelerdeki köyler ve belde belediyelerin tüzel kişilikleri kaldırılarak mahallelere dönüştürüldü, bu da kırsal yönetim yapılarının tamamen ortadan kalkmasına yol açtı. Bunun sonucunda, kırsal alanlar büyükşehir belediyelerinin imar yetkisine girdi ve geniş ölçüde imara açıldı. Bu durum, tarım ve hayvancılık gibi geleneksel faaliyetlerin yerini hızla konut ve ticaret alanlarına bıraktığı bir süreci tetikledi. Kırsal alanlar, şehirlerin büyüme baskısı altında hızla kentleşmeye başladı ve doğal alanlar yapılaşmaya açıldı. Kırsal alanların imara açılması, sadece tarımsal üretim ve hayvancılık faaliyetlerini zorlaştırmakla kalmadı, aynı zamanda bu bölgelerdeki sosyal ve ekonomik yapıyı da derinden etkiledi. Kırsal alanlara özgü yerel yönetim yapıları ortadan kalktı ve büyükşehir belediyelerine bağlı olmak zorunda kalan kırsal nüfus, şehirlerin altyapı ve hizmet baskısına maruz kaldı. Kırsal alanların şehirleşmesiyle birlikte, yerel halkın ihtiyaçları genellikle göz ardı edilirken; bu bölgelerdeki yaşam standartları da büyükşehir belediyelerinin önceliklerine göre şekillendi. Bu süreç, kırsal yaşamın zayıfladığı ve doğal alanların imara açılarak yok edildiği bir dönüşüm süreci olarak karşımıza çıktı.
Günümüz: “Tablo Ortada”
1950’li yıllardan günümüze kadar şehircilik alanının geçirdiği bu dönüşümün kümülatif etkisi, kentsel yapının yavaş yavaş erozyona uğramasına yol açtı. Şehirlerin sosyal, kültürel ve ekonomik dinamikleri bu süreçte ciddi biçimde zarar gördü. Öncelikle, sosyal uyum büyük darbe aldı. Rant odaklı kentsel dönüşüm projeleri, mahallelerin parçalanmasına ve toplulukların yerlerinden edilmesine neden oldu. Mahalle kültürünün zayıflaması, sosyal bağları kopardı ve farklı grupların bir arada yaşama ve etkileşim fırsatlarını azalttı. Bu durum, kentlerin sosyal dokusunu zayıflatarak daha ayrışmış ve kopuk toplulukların ortaya çıkmasına yol açtı. Kentlerin bir arada yaşayan, birbirinden beslenen topluluk yapısı bozuldu. Aynı şekilde, kültürel canlılık da bu dönüşümle geriledi. Geleneksel endüstriler, tarihi mahalleler ve yerel toplanma alanları hızla yok oldu. Kentsel dönüşüm projeleri, şehirlerin kültürel kimliğini oluşturan bu unsurları yok sayarak, yerine tek tip ve modern yapılar dikti. Bir zamanlar şehir hayatının merkezinde olan yerel esnaf, atölyeler ve tarihi binalar, yerini rezidanslara ve AVM’lere bıraktı. Bu süreç, şehirlerin özgün kimliğini ve kültürel karakterini zayıflattı. Sivil katılım ise kamusal alanların azalmasıyla birlikte geri plana itildi. Parklar, meydanlar ve buluşma alanlarının yok olması, insanların bir araya gelme ve kentsel yaşam üzerinde söz hakkı elde etme imkânlarını sınırladı. Toplumun katılımıyla şekillenen kentsel inisiyatifler, merkezi projelerin gölgesinde kaldı. Yerel girişimler ve halkın katılımı zayıfladıkça, şehirlerin geleceği üzerinde söz sahibi olma fırsatı azaldı. Son olarak, ekonomik çeşitlilik büyük ölçüde daraldı. Kentlerin ekonomisi, ağırlıklı olarak inşaat sektörü gibi belirli alanlara odaklanırken, bir zamanlar şehirleri dinamik ve dirençli kılan ekonomik çeşitlilik kayboldu. Küçük ölçekli üretim, yerel ticaret ve zanaatkârlık gibi ekonomik faaliyetler geriledi. İnşaat sektörü şehirlere hâkim oldu, bu da kent ekonomisinin dengesini bozdu. Tüm bu etkenler, şehirlerin sosyal, kültürel ve ekonomik dokularının zayıflamasına neden oldu. Tablo ortada: Plansız yapılaşma ve rant odaklı gelişimin baskısı altında kentsel dinamikler erozyona uğradı ve şehirler kimliksizleşti.
Son söz: Umut Verici İşaretler Var.
Şehirlerimizdeki kentsel dinamiklerin gerilemesi karmaşık ve çok yönlü bir konu olsa da, umut verici işaretler var. Son yıllarda, sürdürülebilir kentsel gelişim ve kültürel mirasın korunması konusundaki farkındalık giderek artıyor. Tabandan gelen hareketler ve sivil toplum kuruluşları, daha kapsayıcı ve topluluk odaklı kentsel planlama için güçlü bir şekilde savunuculuk yapıyor. Ayrıca, bazı şehirler kamusal alanları canlandırmak, toplu taşımaya yatırım yapmak ve topluluk etkileşimini teşvik eden karma kullanımlı projeler geliştirmek için önemli adımlar atıyor. Şimdi asıl zorluk, bu olumlu girişimlerin üzerine inşa ederek daha geniş bir vizyon oluşturmak. Şehirlerimizin yanı sıra kırsal alanlarımızı da kapsayan yeni bir bakış açısına ihtiyaç var. Sürdürülebilir ve yaşanabilir şehirler için, toplulukların ihtiyaçlarına odaklanan, doğal kaynakları koruyan ve sosyal uyumu destekleyen bir planlama anlayışı benimsenmeli. Bir sonraki adım, yerel yönetimlerin bu vizyonu sahiplenmesi ve toplumu sürece dahil etmesidir. Bu yeni vizyon, şehirlerimizi geleceğe hazırlarken, aynı zamanda kırsal alanlarımızı da koruyacak bir dengeyi sağlamalı.