21. yüzyıl felaketleri çoğunlukla kent mekânında cereyan etmektedir. Kentin artık kendi başına bir “şey” olma durumu kendinden menkul “rant” alanlarını oluşturmaktadır. Günümüzde herhangi bir sohbette veya cümlede geçen rant sözcüğü çoğunlukla olumsuz bir anlam ile anılmaktadır. Fakat kent alanında çalışan ve araştırmalar yapanlar bilir ki; rant, kentin doğal bir bileşenidir. Mevzu, bu rantın adaletli bir biçimde dağıtılıp dağıtılmadığıdır. Eğer rant, belli bir zümre ve gruba peşkeş çekiliyorsa yolsuzluk ve yoksullukla sonuçlanır. Eğer rant, adalet sistemi içerisinde kentin paydaşlarına dağıtılırsa da örnek bir kent ve zenginleşmiş kentliler ortaya çıkar. Dolayısıyla yaygın kullanımda olumsuz olan rantın başka boyutlarının da olduğu sonucu çıkmaktadır. Rantın, kentin doğal bir bileşeni olma durumu ise, kentin sürekli bir dönüşüm içerisinde olmasından kaynaklanmaktadır. Yani kentin dinamik olması bazı bölümlerin eskimesi, köhnemesi ve âtıl duruma düşmesi ile beraber başka bölgelerin gelişim göstermesi, canlılığının artması, veyahut yeni alanların kentleşmeye açılması anlamına gelmektedir. Yerel yöneticiler bazen kentin köhnemiş bölgelerini kentsel dönüşüm ve soylulaştırma yoluyla tekrardan canlandırma ihtiyacını hissetmektedirler. Bunun için çeşitli kanuni düzenlemeler ile kentin yeniden ele alınmasına olanak tanınmaktadır.
Kentin, rant üretme biçimleri bazen kendi doğal akışında gerçekleşirken bazen de imar planları ile yerel karar alıcılar tarafından biçimlendirilebilmektedir. Doğal akışın dışında müdahaleler yapılırken katılımcı süreçlerin izlenmesi ve kentin ihtiyacına göre düzenlemelerin yapılması çoğunlukla olumlu sonuçlar doğururken yine bir grup belediye meclis üyesinin “ihtiyacına” göre şekillenmesi rantın adaletsiz dağıtımına sebep olmaktadır. Ez cümle rantın, kentin doğal bir bileşeni olduğu gerçeğini saklı tutarak kentsel adaletin sağlanmasına dikkatleri çekmek gerekmektedir. Kentsel adalet sağlanılmadığında kentin yoksulları ve zenginleri arasında uçurumlar derinleşir. Kentin bir bölgesi kentin tüm haklarından yararlanırken kentin farklı bölgeleri temel hizmetlere erişmekte bile zorlanır. Kentlerde yoksul mahalleler, zengin mahalleler ve suç mahalleleri gibi ayrımlar derinleşmektedir. Günümüzde neredeyse her kentte kentlilerin zihnine kazınmış zengin, fakir ve suç mahallesi mevcuttur. Kent sosyoloğu Stavros Stavrides, “Kentsel Heterotopya” adlı eserinde kentsel adacıklardan söz eder. Toplumsal ve mekânsal olarak sınırların oluştuğu ve bu sınırların kent toplumunu adacıklar biçiminde ayrıştırdığını göstermektedir.
Her bir kentsel adacıkta yaşayan topluluğun adalete erişimi, kent hakkına erişimi ve en nihayetinde kentsel ranta erişimi farklılık göstermektedir. Zengin mahalleleri yerel yönetimlerle daha fazla temas sağlarken yoksul mahalle bu teması sağlayamamaktadır. Burada da aslında kültürel sermaye, sosyal sermaye ve ekonomik sermaye devreye girmektedir. Fransız sosyolog Pierre Bourdieu, bu durumu “habitus” kavramı ile destekler. Yani kültürel, sosyal ve ekonomik sermayenin ayrıştığı noktaların toplumsal işleyişteki biçimlerine odaklanmaktadır. Yoksul mahallede yaşayanların yoksul olarak hayatlarına devam etmesi ve zengin mahallede yaşayanların daha da zenginleşmesi gibi kısır bir döngü ortaya çıkmakta ve bu döngü kronik yoksulluğu körüklemektedir. Öte yandan kentsel rantın adaletli bir biçimde dağıtılmasının belli başlı şartları mevcuttur. Bu şartlar karar alıcıların ihtiyacından ziyade kentin ihtiyaçlarına odaklanmayı zorunlu kılmaktadır. Kentin kültür, sanat, spor ve demokrasi alanında geliştirilmesine yönelik çalışmaların yapılması gerekmektedir. Bu, kentin tasarlanması değildir. Çünkü kent doğası gereği tasarlanacak bir “şey” değildir. Mekân tasarlanabilir fakat kent tasarlanamaz, zaten tasarlama sözcüğü daha çok kentin fiziki yanıyla ilgilenen mimarlık, şehir bölge planlama gibi disiplinlerin odağında olur. Fakat kenti salt fiziksel bir düzlemde ele almak sosyolojiyi ve bir bakımdan da siyaseti red etmek demektir. Sosyal gerçeklik ise bunun tam tersini söyler, kentli topluluklar üç dinamik etrafında şekillenir: mekân, toplum ve yönetim. Zaten bu üç dinamik göz önünde bulundurularak kent sosyoloğu olabilmek için mekân, toplum ve siyaset alanında eğitim alma gerekliliği ön plana çıkmaktadır. Bu üç dinamik birbirini beslerken ve birbiriyle var olurken ve çoğunlukla kentten söz edilirken fiziksel bir yapı öncelenmektedir. Fiziksel yapı olarak ele alınan kent sadece imar afları, kentsel dönüşüm, planlama gibi kentin çehresi ile ilgili olan temalar etrafından tanıma mecbur bırakılmaktadır.
Günümüzde bazı kentler ulus-devlet ölçeğini aşarak küreselleşmektedir. İstanbul buna örnektir. Kentte var olan sermaye ulus-devletlerin sermayesinden daha büyük bir noktaya ulaşmakta ve kent artık küresel olana entegre olmaktadır. Gelelim böyle bir kentte rantın durumuna… Daha önce değinildiği gibi rant, kentin doğal bileşenidir. Siyaset veya yönetim bu bileşenin adaletli bir biçimde dağıtımından mesuldür. Adaletli bir biçimde dağıtılmayan rant haksız zenginleşmeye sebep olurken aynı zamanda siyasetin finansman kaynağı olmaya da namzettir. Çünkü siyasetle yerel iktidarı sağlayan partiler, bu iktidarı devam ettirmek için kent kaynağını siyasetin kaynağı olarak ele alabilmektedir. Aynı zamanda yerel iktidar çevresinin bu iktidarı kullanma biçimleri de adaletsizliğin kaynağı olabilmektedir. Mekân, toplum ve yönetim dinamiklerinin uyum içerisinde ele alınmadığı kentlerde rant, haklı olarak, kötü ve olumsuz olarak ele alınmaktadır. Fakat bu durumun böyle bir mecburiyeti yoktur veyahut kötü yönde nam salmasına gerek yoktur. Yerel idareciler mekân, toplum ve yönetim arasındaki ilişkiyi doğru bir biçimde algılayıp kentsel rantı, kentli için yatırıma dönüştürebilir. Sonuç olarak kentin hazinesi olan rantın kentliye devredilmesine yönelik mekanizmalar geliştirilmesi gerekmektedir. Kent yönetiminde bulunanların bu rantı kendi hakları olduğu iddiası/eylemi kent hakkına karşı bir saldırı ve aynı zamanda kente karşı işlenen bir suç olarak ön plana çıkmaktadır.