Getting your Trinity Audio player ready...
|
“Güzel olan, iyi olandan ayrı düşünülemez.”
Platon/The Republic
Etiğini kaybeden bir toplumun estetiği olabilir mi? Bu soru, geldiğimiz noktada yalnızca felsefi bir merak değil; Türkiye’nin bugünkü toplumsal hayatının tam ortasında yankılanan bir teşhise kapı aralamaktır. Modern toplumlarda görünüş, hakikatin yerini almaya başladığında estetik, “güzellik” yerine illüzyon üretmeye başlar. Bugün bu durumun en keskin biçimde hissedildiği sosyolojilerin başında da Türk sosyolojisi geliyor. Göz kamaştırıcı vitrinler, görkemli mimari projeler, medyanın sürekli yeniden ürettiği parıltılı imgeler… Bunların her biri, gerçeğin kendisini değil, gerçeğe benzeyen bir simülakrı yani hakikatin kopyasının hakikat yerine geçtiği sahte olguları sahneye çıkarır. Böylece toplumsal hayat bir “gösteri”nin parçasına dönüşür. Hakikat, yerini parıltılı temsillere bırakır. Fakat bu yalnızca estetik bir sorun değil, aynı zamanda derin bir etik kopuşun da dışavurumudur aslında. Çünkü estetik, etik bir zemin olmadan var olduğunda, güzellikten ziyade manipülasyon üretir; tıpkı Türkiye’de olduğu gibi…
Platon’un, “iyi” (agathon) ile “güzel” (kalon) arasındaki kadim bağa yaptığı vurgu, yalnızca felsefi bir tespit değil, bir toplumun varlık koşuludur; en azından benim etik ve estetik arasındaki ilişkiyi anlamlandırma şeklim bu yönde. Bu bağ koptuğunda çirkin olan güzelmiş, yanlış olan ise doğruymuş gibi görünür. Ve bu kopuş yalnızca teorik bir tartışma olarak çıkmaz karşımıza. Aynı zamanda o toplumun ruh ve muhayyilesinin de yavaş yavaş kaybolması anlamına gelir. Türkiye’nin bugünkü sosyokültürel manzarası maalesef böyle bir intiba çiziyor. Hakikatin üzeri, sürekli yeniden üretilen imgelerle örtülerek toplumun vicdanı uyuşturuluyor ve gösteri siyasetiyle perçinlenen zihinsel varoşlaşma giderek derinleşiyor. Güzelliğin içinin boşal(tıl)dığı, iyiliğin ise sahte temsillerin gölgesinde yitirildiği böylesi bir sosyolojide etiğin ve estetiğin birbirinden uzaklaşması, toplumunsa kendisini yanılsamalar içinde kaybetmesi kaçınılmaz oluyor. Estetik, hakikati görünür kılmak yerine onu gizleyen bir perdeye dönüşüyor. Bu perde, gerçeğin üzerini örterken toplumu rahatlatır çünkü hakikati görmek, onunla yüzleşmek demektir. Görünüşün hâkimiyeti, kolektif vicdanı uyuşturur ve toplumu, en temel soruları sormaktan, eleştirmekten, üretmekten alıkoyar.
Fransız düşünür Guy Debord, Gösteri Toplumu adlı eserinde modern dünyanın gerçeğin yerini parıltılı temsillerin aldığı bir düzene dönüştüğünden dem vurmaktadır. Onun spectacle society, yani “gösteri toplumu” kavramı, Türkiye’nin bugünkü durumunu çarpıcı biçimde açıklıyor aslında. Ülkemizde siyasetin ve medyanın iç içe geçtiği düzende, “gerçek” olanın bir gösteriye dönüştüğünü temaşa ediyoruz. Debord’un işaret ettiği şey aslında şu: Gösteri toplumu, mensubu olan fertleri hem seyirci hem de oyuncu olarak sahneye çıkarır. Böylelikle “gerçek” yaşanılan olmaktan çıkar ve gerçeğin estetize edilmiş kopyası tüketilmeye başlanır. Bu yalnızca bir estetik kriz değil, derin bir etik çöküştür aynı zamanda. Çünkü etik olmadan üretilen her estetik, güzellik değil, manipülasyon yaratır. Bugün Türkiye’de estetiğin çoğu zaman hakikati açığa çıkarmak için değil, onu örtmek ve yeniden kurgulamak için kullanıldığını söylemek sanırım yanlış olmayacaktır. Debord’un tabiriyle, bugün Türkiye’deki aksiyolojik zeminde, gösterinin görkeminin, hakikatin çıplak gerçekliğini kamufle ettiği bir illüzyonla karşı karşıyayız.
Bu manipülasyonun en güçlü teorik açıklamalarından birini Jean Baudrillard, 1981’de yayımlanan Simülakrlar ve Simülasyon kitabında yapmıştır. Baudrillard’ın simulation, yani gerçeğin bir kopyasının gerçekmiş gibi sunulması kavramı, modern toplumların en temel hastalıklarından biridir. Baudrillard’ın bir adım öteye taşıdığı hyperreality, yani gerçeğin kendisinden daha ikna edici hale gelen aşırı gerçeklik kavramı insanları, hakikati sorgulamaktan alıkoyar. Hipergerçeklik, Türkiye’de özellikle siyasetin en etkili silahıdır; toplumsal hafızayı yönetir, bireyleri uyuşturur. İnsanlar gerçeği sorgulamak yerine kendilerine sunulan gösteriye rıza gösterirler. Böylece etik sorgulamanın bizzat kendisi gereksizleşir.
Siyaset, bu estetik düzenin hem mimarı hem de en büyük faydalanıcısıdır aslında. Çünkü politik muhitler ve mecralar bireylerin estetik tercihlerini manipüle ederek onları yönlendirir. Sandık başında yapılan tercihler, çoğu zaman gerçek bir iradenin değil, önceden hazırlanmış bir gösterinin son sahnesidir. Sandık, halkın vicdanını yansıtan bir alan olmaktan çıkar, bir tiyatro sahnesine dönüşür. Gerçek anlamda özerk birey yani autonomous individual, kendi kararlarını ve değerlerini üreten kişi siyaset için tehlikelidir. Çünkü özerk birey, iktidarın estetik oyununu bozabilecek tek varlıktır. Bu nedenle Türkiye’de siyaset, bireyselliği bir yandan araçsallaştırmakta, diğer yandan sistematik biçimde bastırmaktadır. Eğitim sistemi, medya dili ve kültürel politikalar, bireyleri itaat eden kitleler olarak şekillendirmektedir.
Bu çarpık bireyselleşme biçimi, toplumu parçalar ve insanları birbirine yabancılaştırır. Alman sosyolog Ferdinand Tönnies, Gemeinschaft und Gesellschaft adlı eserinde bu parçalanmayı iki kavramla açıklıyor: Gemeinschaft, sıcak ve içten bağlara dayalı cemaat ilişkilerini; Gesellschaft ise Weber’den farklı olarak çıkar ilişkilerinin hâkim olduğu mekanik toplumu ifade ediyor. Türkiye’ye baktığımızda ne görüyoruz peki. Ne güçlü bağlara sahip bir cemaat, ne de sağlıklı bir modern toplum. Bunun yerine birbirine yabancı bireylerin oluşturduğu dağınık ve kaotik bir kalabalık. İşte bu yüzden ortak bir etik temel kalmamaya başladığı için ortak bir estetik hafızadan da bahsedemez oluyoruz.
Bir toplumun aksiyolojik yani etik ve estetik düzlemdeki çöküş sinyalleri kendisini ilk olarak “dil”de gösterir. Çünkü dil, yalnızca bir iletişim aracı değil aynı zamanda ortak bir hayalin, düşünüşün yani muhayyilenin taşıyıcısıdır. Bir toplumun kelimeleri ve kavramları o toplumun etik sınırlarını ve estetik inceliğini birlikte yansıtır. Toplumsal dilin başına gelebilecek en vahim şey ise dilin politikleşerek anlamsal irtifa kaybetmesidir. Çünkü dil politikleştikçe hakikati ifade etmek yerine hakikati yok etmek için kullanılır hale gelir. Cümleler köprü kurmak yerine hendekler kazar, sözcükler anlamı genişletmek bir yana tam tersine kutuplaşmayı derinleştirir. Frankfurt Okulunun yaşayan isimlerinden, son dönemde dünya gündemine dair yaptığı açıklamalarla şahsen bende kısmî hayal kırıklığı yaratsa da entelektüel camiada halen daha saygın bir yeri olan Jürgen Habermas, Kamusal Alanın Yapısal Dönüşümü adlı eserinde farklılıkların ortak bir hakikatte buluşamadığı yerde kamusal alanın çökeceğini ifade eder. Bugün Türkiye’de kamusal alan, özellikle dilin de politikleşmesiyle artık bir konuşma zemini olmaktan çıkmış bir çatışma alanına dönüşmüştür.
Söz konusu dilsel çöküş kamusal alanın yanısıra gündelik hayatta da kendini gösterir. Sosyal medyanın sloganvari ve bağıran üslubunun bu süreci hızlandırdığını kabul etmeliyiz. Kabalığın rağbet gördüğü hatta insana sahte bir “saygınlık” ve sözüm ona “doğallık” kazandırdığı iletişim dinamiklerini endişeyle müşahade ediyoruz. Fakat bunun yalnızca kelimelerin değil, düşünme biçimlerinin de çöküşü anlamına geldiğinin farkında olduğumuzu açıkçası düşünmüyorum. Eğer “kelime” ve bu minvalde “kavram”, düşüncenin eviyse, düşünce yoksullaştığında kelimelerin de sığlaştığını idrak edecek zihinsel kabiliyetlerimizi yavaş yavaş kaybettiğimizi görmemiz gerekiyor. Türkiye’de özellikle son yıllarda başlayan ve günümüzde alarm seviyesine ulaşan bu dilsel yozlaşmanın, tabirim mazur görülürse zihinsel “varoşlaşma”nın en güçlü göstergesi olduğu kanaatindeyim. Hilmi Yavuz’un deyişiyle ifade edecek olursam, dilin etik ile estetik arasındaki en işlevsel köprülerden biri olduğunu ve kelimeler “çirkin”leştiğinde toplumun ruhunun da çirkinleşeceğini rahatlıkla söyleyebilirim.
Cemil Meriç, Mağaradakiler kitabında bir cemiyette hayat bulan kavramların içinin boşaltılmasının, o toplumun düşünme kapasitesini felç edeceğini vurgular. Bugün Türkiye’de kelimeler çirkinleştiği gibi, kavramlar da ucuzlamış ve hakikati taşıyamaz hale gelmiştir. Bu, zihinsel varoşlaşmanın en derin boyutudur işte. Alev Alatlı ise böylesi bir yozlaşma yalnızca estetik alana zarar vermekle kalmaz; söz konusu toplumda etik sorgulamayı da imkânsız hale getirir. İşte bu manzara bir toplum için aksiyolojik (etik/estetik) çıkmazın ta kendisidir.
Dilsel çöküşün, toplumsal zihniyetteki seviye kaybının en belirgin habercisi olduğunda artık hemfikiriz sanırım. Bu sürecin en görünür ve en sarsıcı sonucu nedir? Uzatmadan cevap verelim; “varoşlaşma”dır. Peki, “varoş”u nasıl anlamlandırmamız lazım? “Varoş”luk ilk bakışta ve yüzeysel bir okumayla yalnızca şehrin çeperlerinde görülen düzensizlik ya da maddi yoksulluk gibi düşünülse de asıl olarak bir zihniyet biçimini temsil eder. Varoşluk, en kısa tanımıyla bireyin, kendisini ve çevresini anlamlandırma çabasından vazgeçip hazır kalıpların içine sığınmasıdır. Varoşlaşma ise bu zihniyetin toplumsal ölçekte yayılması, yani bir toplumun ruhsal ve kültürel düzeyde tek tipleşmesidir. Varoşluğu daha iyi anlamak için Sartre’ın “varoluş” kavramına başvuralım. Jean Paul Sartre, Varlık ve Hiçlik’te varoluşun özden önce geldiğini söyler. Çünkü insan, kendisini, dışarıdan verilen kimliklerle değil, kendi özgün seçimleriyle inşa eden bir canlıdır. “Varoluş”, Sartre’a göre insanın kendisi olma cesaretidir aslında. Varoşlaşma ise tam tersine bir yönü ifade eder. Yani birey, kendisini var eden değerleri ve özgün kararları üretmek yerine başkalarının hatta otoritenin belirlediği hazır imgelerin içinde yaşamayı kabullenir. Bu anlamda “varoş” aslında bir anti-varoluştur. Yani insanın, kendisi olma ihtimalinden kaçışı ve sahte olanın estetiğine teslim oluşudur. Etik varoşluk, güvenin tamamen yıkıldığı, ilişkilerin yalnızca menfaat hesapları üzerine kurulduğu bir düzeni işaret ederken, estetik varoşluk ise güzelliğin yüzeysel parıltılara indirgenmesini, hakiki yani üretme iradesiyle ortaya çıkan sanatın yerini reklam ve propaganda imgelerinin almasıdır. Nurettin Topçu, İsyan Ahlakı eserinde ahlakın yalnızca bireysel bir mesele değil toplumsal bağlamda ruhun taşıyıcısı olduğunu vurgular. Ona göre bir toplumda ahlak çökerse, sanat ve estetik de bu doğrultuda işlevini yitirir ve köksüzleşir. Etik bağların çözülmesi sadece toplumsal kuralları değil “güzel”liğin anlamını da yıkar. Yani bir toplumda “iyi” olan ile “güzel” olan arasındaki bağ koparsa geriye yalnızca yüzeysel bir parıltı kalır, bunun nihayi neticesi de sosyal iflastır. Bu parıltı estetik görünürlük sağlasa da kat’î surette derinlik yaratamayacaktır. Ve toplum, öncelikle ferdî olarak kendisini var kılamadığı bu ortamda gerçek varoluş yerine yalnızca “mış gibi” yapan bir yaşam sürmekle iktifa edecektir.
Karanlık bir manzara çizdiğimi kabul etmeliyim. Bu çürüme ve tek tipleşme, Türkiye’de etik ve estetik alanındaki genel görünümü belirlerken, manzaranın bütünüyle olumsuz olmadığını da ilave edeyim; ama şimdilik… Bazı damarların hâlâ direndiğini, bazı kıymetli seslerin, kuru gürültülerin içinde kendisini duyurmaya çalıştığını da elbette söyleyebiliriz. Bağımsız bir takım sanat çevrelerinde, kimi akademik ve entelektüel üretimlerde etik ile estetik arasındaki bağı yeniden kurmayı hedefleyen çabalar mevcut ve bu kötü gidişata son verilmesi adına umut verici. Bu çabalar, çoğu zaman büyük fedakârlıklarla ve sessiz bir inatla varlığını sürdürüyor. Ancak toplumsal farkındalığın zayıflığın, gösterinin parıltılı illüzyonlarının ve varoşlaşmanın kuru gürültüsünün, bu emekleri görünmez ve etkisiz kıldığı da bir gerçek. Hakikate yönelen üretimler, geniş bir kamu vicdanında yankı bulamadığı için etkileri maalesef sınırlı kalıyor. Ortaya çıkan değerli işler, derinlikli bir kültürel dönüşüm yaratmak yerine, yalnızca belli bir kesimin dikkatine ulaşabiliyor. Bu durum Türkiye’nin asıl meselesinin üretim eksikliğinden ziyade anlam eksikliği olduğunu göstermesi açısından da oldukça önemli. Başka bir deyişle “nasıl”lığa değil “ne”liğe râm olmuş durumdayız.
Toparlayacak olursam, tüm bu görüşlerden hareketle toplumun etik ve estetik farkındalıklarındaki çözülmelerin sorumluluğunu yalnızca kültürel yozlaşmaya ya da sosyolojik kayıtsızlığa yüklemenin eksik bir tespit olacağı anlaşılıyor. Zira Türkiye’de politik dinamiklerin uzun süredir etik ve estetik alanını da yönlendiren bir mühendislik gücü olarak iş gördüğü inkâr edilemeyecek bir gerçektir. Türkiye’de politikanın hakikati görünür kılmak yerine Debord’un tabirini kullanacak olursam “gösteri”nin parıltılı dekorlarıyla hakikati perdelemeyi, kamufle etmeyi tercih ettiğine dikkat çekmek istiyorum. Bugün Türkiye’de toplumsal dil, kasten, bile isteye politikleştirilerek, güzelliği ve hakikati ifade etmek ve onu açığa çıkarmak için değil, “güzel”i, verdikleri yeni tanımlarla yeniden kurgulamak ve topluma dayatmak için araçsallaştırılmıştır. Böylece toplumsal hafızanın sürekli parlatılan imgelerle uyuşturulmasının ve bireylerin kendi vicdanlarının rehberliğini kaybederek önlerine konulan hazır senaryoların figüranlarına dönüştürülmesinin, dolayısıyla da “yönetilmesi” de yolu açılmaktadır. Siyasetin bu sahne kurma işlevi, etik değerlerin içini boşaltmış, estetiği ise bir güç gösterisine indirgemiştir. Bugün yaşanan etik ve estetik çıkmaz, yalnızca bir kültür krizi değil; siyasal stratejilerin de şekillendirdiği, karmaşık bir toplumsal çöküş sürecinin ürünüdür.
Sonuç acı ama net: Etiğini kaybeden bir toplumun estetik bilincindeki farkındalık ve üretimsel süreç asla mümkün değildir. Estetik, yalnızca güzel olanın üretimi değildir çünkü; aynı zamanda toplumsal ruhun ve ortak muhayyilenin de aynasıdır. Etik olmadan üretilen her estetik, güzelliği değil, sahteyi yüceltecektir ve dilin yozlaş(tırıl)ması, bu sahteciliğin en görünür göstergesidir. Kural çok basit; kelimeler çirkinleştiğinde, şehirler ve insanlar da varoşlaşarak çirkinleşecektir. Zira “çirkin”in kontrol altına alınması, yönlendirilmesi ve idare edilmesi çok daha kolay bir iştir çünkü varoluşsal özgüvenden bu suretle de irade ahlakından yoksun bırakılmıştır. Türk toplumunun kasten varoşlaştırılığını söylemek zorundayım. Geldiğimiz nokta ve temaşa ettiğimiz süreç maalesef bu. Dilin yozlaştırılmasının haricinde bunun nasıl yapıldığı bahsiyse farklı bir yazının konusu…