Güvensiz Kentler, Cezasiz Failler Şiddet, Cezasizlik ve Ataerkil Hiyerarşi

Güvensiz Kentler, Cezasız Failler: Şiddet, Cezasızlık ve Ataerkil Hiyerarşi

Geceleri sokakta yürürken omzunun arkasına bakmadan edemeyen, taksiye bindiğinde arkadaşlarına mesaj atıp taksi plakasını söyleyen, ışığı az bir sokakta adımlarını hızlandıran, metrobüsün arka kapısında gözünü kapıya değil çevresindeki bakışlara diken milyonlarca kadından yalnızca birisi olabilirim ya da olabilirsiniz.
Getting your Trinity player ready...

Geceleri sokakta yürürken omzunun arkasına bakmadan edemeyen, taksiye bindiğinde arkadaşlarına mesaj atıp taksi plakasını söyleyen, ışığı az bir sokakta adımlarını hızlandıran, metrobüsün arka kapısında gözünü kapıya değil çevresindeki bakışlara diken milyonlarca kadından yalnızca birisi olabilirim ya da olabilirsiniz. Ama yalnız değiliz. Bu güvensizlik hissi, sadece kadınların değil; kamusal alanda var olmaya çalışan çocukların, yaşlıların ve hatta kentte yaşam mücadelesi veren hayvanların ortak deneyimi hâline gelmiştir. Feminist perspektiften bakıldığında, kent yalnızca bir fiziksel mekân değil, aynı zamanda iktidar ilişkilerinin, ayrımcılığın ve görünmez emeğin yeniden üretildiği bir sahnedir. Türkiye’de kadın olmak; yalnızca cinsiyet temelli şiddet tehdidiyle değil, aynı zamanda bakım emeği, sınıfsal eşitsizlik ve mekânsal dışlanmayla iç içe geçmiş çok katmanlı bir mücadeleyle karşı karşıya kalmaktır. Kadın cinayetlerinin her geçen yıl daha da korkunç hâle geldiği bir ülkede, “şehirler kimin için güvenli?” sorusu artık yalnızca bir mekân planlama meselesi değil, doğrudan yaşam hakkı ve toplumsal adaletle ilgilidir. Kamusal mekânın güvensizliği, yalnızca bir tedirginlik duygusu yaratmıyor; kimi zaman ölümcül sonuçlara, suskunluğun kol gezdiği sokaklara ve yarım kalmış hayatlara yol açıyor.

Kadına yönelik şiddetin ardından sorulan “O saatte orada ne işi vardı?” ya da “üzerinde ne varmış?” gibi sorular, yalnızca bireysel akıl tutulmalarının değil, aynı zamanda ataerkil denetimin toplumsal söyleme dönüşmüş hâlidir. Bu sorular kadının gördüğü şiddeti değil, onun yaşam biçimini sorgular; kimi zaman öldürülen değil, ölen “suçlanır”. Aynı sistem, hayvanlara yönelen şiddeti de sıradanlaştırır. Hatırlayalım: bir kediyi vahşice öldüren çocuğun annesi, “Tecavüzcüler dışarıda geziyor, benim oğlum kedi öldürdü diye mi yargılanacak?” diyebilecek cesareti kendinde bulabiliyor. Bu cesaret, bireysel değerlerden değil; sistemin ona verdiği dokunulmazlıktan, failin kimliğini koruyan ataerkil ayrıcalıktan doğar. Çünkü bu düzende erkek merkezli hiyerarşide kadın da çocuk da hayvan da en alt basamaklara itilir. Hayvanlara “can” değil, “mal” muamelesi yapılır. Hayvana şiddet uygulayanın serbest kalması ya da kamuoyunun bunu “olağan bir çocukluk davranışı” olarak geçiştirmesi, bu değersizleştirmenin açık bir sonucudur. Hayvanların yasal statüsünün hâlâ nesneleşmiş bir çerçevede tanımlanması, sadece hukukî bir eksiklik değil; ahlaki bir çöküştür. Bu hiyerarşide kadının, hayvanın ve doğanın yaşamı aynı görmezlik içinde erir; aynı yok sayılma biçimlerine maruz kalır. Ve dikkat: sokaklar tehlikeli hâle geldikçe, buna çözüm olarak kadının kamusal alandan çekilmesi önerilir. “Kadınlar sokağa çıkmasın ki zarar görmesin” söylemi, görünürde korumacı ama özünde denetleyici bir mantığın ürünüdür. Aslında önerilen şey, şiddeti önlemek değil; kadınların kamusal yaşamdan silinmesini sağlamaktır. Erkek şiddeti önlenemezse, kadın geri çekilsin istenir. Kamusal alanı erkek için genişletirken kadın için daraltan bu anlayış; yalnızca şehirleri değil, adaleti, yaşamı ve güvenliği de erkek tekeline teslim eder. Kamusal alanın kadınlar için bu denli güvensiz oluşu, yalnızca fiziksel tehditlerle değil, tarihsel bir tahakküm biçimiyle ilişkilidir. Kadınlığın En Güzel Tarihi’nde de vurgulandığı gibi, erkek egemen sistem kadının doğurganlığını, bedensel özerkliğini ve yaşam üretme kapasitesini bir tehdit olarak görmüş; bu eşsiz gücü bastırmak için dini, hukuku, ahlâkı ve mekânı birer denetim aracına dönüştürmüştür. Bu tahakküm, erkeklerin kendi güvensizliklerinin, kırılganlıklarının ve denetim kaybı korkularının bir yansımasıdır. Kentin sokakları, parkları, otobüsleri ve kampüsleri; yalnızca fiziki değil, ideolojik olarak da erkek egemenliğine göre kurgulanmıştır. Kadının kamusal alandaki varlığı, hâlâ koşulludur: sessiz olursa, görünmez kalırsa, “makbul” sınırların dışına çıkmazsa… Oysa kadınlar, çocuklar, hayvanlar ve doğa; bu kentte yalnızca var olmak değil, görünür, güvende ve özgür olmak istemektedir. Tahakküm değil, eşitlik; sessizlik değil, varlık talep etmektedirler.

Bu noktada şiddetin sürekliliği, sadece bireylerin kötücüllüğüyle açıklanamaz. Kadına, çocuğa, hayvana, doğaya yönelen her saldırı; tekil bir vakadan ibaret değil, bir zihniyetin, bir sistemin dışavurumudur. Bu sistem, şiddeti yalnızca tolere etmez; onu üretir, normalleştirir ve yeniden üretir. Özgecan Aslan’ın bindiği minibüste vahşice öldürülmesi, yalnızca bir kadının canına kıyılması değil; kamusal alanın kadınlar için nasıl bir tehdide dönüştüğünün çarpıcı bir örneğiydi. Ardından gelen tartışmalar da ahlakî olarak çürümüşlüğün bir göstergesi olarak var olan şiddeti değil, kadının “gece yalnız seyahat etmesini” sorguladı.

Toplumsal cinsiyet eşitsizliğini besleyen ataerkil kültür, adalet mekanizmalarındaki cezasızlık politikalarıyla birleştiğinde; kadınların, çocukların ve hayvanların yaşamı pazarlık konusu hâline gelir. Faille özdeşleşen hukuk düzeni, kadınların maruz bırakıldığı şiddeti “özel alan” olarak kodlarken kamusal alanı da erkek egemenliğinin kurallarına göre yeniden biçimlendirir. Bu gerçeklik, yalnızca soyut bir kavram olarak kalmaz; kimi zaman çok somut biçimlerde karşımıza çıkar. Nitekim yakın zamanda yaşanan İkbal Uzuner cinayetinde olduğu gibi: Semih Çelik, Fatih’te saat 13.58’de İkbal’le buluşmuş, ardından onu surlara çıkararak katletmiştir. Bu korkunç olay, erkek şiddetinin sadece bedene değil, mekâna da nasıl nüfuz ettiğini; kamusal alanın kadınlar için bir tehdit, erkekler içinse bir tahakküm alanı olarak işlediğini açıkça ortaya koymuştur.

Erkek şiddeti yalnızca ev içini değil, tüm kenti çevreler.

Kamusal mekânlar, feminist kuramın da vurguladığı gibi, nötr değildir; mekânın kime açık olduğu, kimin için ne ölçüde güvenli olduğu politik bir sorudur.

Parklar, duraklar, sokaklar, kamu binaları, üniversite kampüsleri – tüm bu alanlar, kadınlar için koşullu güvenlik alanları hâline gelir.

Erkek şiddeti sokakta bir tehdide, mahkemede bir müsamahaya, medyada ise bir istismara dönüşürken kadınlar, kamusal alanda var olmanın bedelini korkuyla, temkinle, bazen de hayatlarıyla öder.

Benzer şekilde hayvana yönelik şiddetle kadına yönelik şiddet arasındaki bağ yalnızca sembolik değildir. Her ikisi de güç ilişkileri üzerinden şekillenen, hiyerarşik bir tahakküm sisteminin parçasıdır. Bu sistemde yaşam, türlere, cinsiyetlere ve ekonomik statülere göre değer kazanır ya da kaybeder.

İstanbul Başakşehir’de bir sitede yaşayan bir sokak kedisiydi Eros. Aynı sitede oturan İbrahim Keloğlan tarafından vahşice öldürüldü. Eros, Türkiye’de hayvana yönelik şiddetin kamuoyunda büyük yankı uyandırdığı ilk olaylardan birisiydi. Eros’un öldürülmesi, hayvan hakları alanında vicdanları sarsan, “hayvanlar mal mıdır, can mıdır?” tartışmasını tetikleyen sembolik bir dönüm noktasıdır.  Eros’un ölümüne tanık olanlar ve site sakinlerinin şikâyetiyle yargı süreci başlatıldı. Ancak adalet sistemi bir kez daha hayal kırıklığı yarattı: Keloğlan’a verilen iki yıl altı ay hapis cezası iyi hâl indirimiyle azaltıldı, ardından hükmün açıklanmasının geri bırakılması (HAGB) kararıyla ceza fiilen ertelendi.

Bu karar kamuoyunda büyük öfke yarattı. Türkiye’nin dört bir yanında protestolar düzenlendi, sosyal medya kampanyaları başlatıldı. Küçükçekmece 16. Asliye Ceza Mahkemesi’nde görülen dava, 13 Mart 2024’te sonuçlandı; sanık hakkında yurt dışı çıkış yasağı da getirildi.
Ancak bu cezalar, hayvanların yaşam hakkını koruyacak sistemsel bir dönüşüm sağlamadı.

Eros’un katledilmesi, sadece bir canın kaybı değil; aynı zamanda Türkiye’deki cezasızlık düzeninin, hayvanların hâlâ “mal” statüsünde görülmesinin ve faillere tanınan ataerkil ayrıcalıkların yansımasıydı. Bu sistemin değişmediği, hatta giderek daha da pervasızlaştığı ise çok geçmeden bir başka vakayla ortaya çıktı.

Ankara’da sahipli bir kedi olan Cezve’nin vahşice öldürülmesi ve failin annesinin “Bu yüzden mi yargılanacak?” demesi, bu tahakkümün yalnızca kadına değil, tüm savunmasız varlıklara yöneldiğinin göstergesidir. Hayvanları “mal” olarak tanımlayan hukuk, kadının şiddete karşı beyanını tartışma konusu yapan adalet sistemiyle aynı işleyişin ürünüdür. Eros’tan Cezve’ye uzanan bu şiddet zinciri ne bireysel sapkınlıklarla ne de “istisnai” vakalarla açıklanabilir.

Bu zincir, adalet sisteminin korumadığı her canla biraz daha kalınlaşan; hayvanları, kadınları ve çocukları hedef alan örgütlü bir tahakküm sisteminin sonucudur.

Bu noktada, cezasızlık yalnızca hukuki bir boşluk değil; ideolojik bir tercihtir.

Failin kim olduğu, mağdurun kim olduğundan daha fazla önemsenir.

Bir kadın öldürüldüğünde değil, bir erkek yargılandığında toplumsal refleks gelişir.

Bir hayvan katledildiğinde kamuoyu hayvanın yaşam hakkını değil, failin ailesini ya da okulunu konuşur.

Bir çocuk istismar edildiğinde, mağdurun travması değil; failin ruhsal durumu ya da geçmişi gündeme gelir.

Oysa adalet, failin değil mağdurun yanında konumlanmalı.

Bazen de failin yaşı, mağdurun yaşamının önüne geçer. 24 Ocak 2025’te Kadıköy’de 14 yaşındaki Mattia Ahmet Minguzzi’nin sokak ortasında akranları tarafından öldürülmesi, Türkiye’de giderek olağanlaşan gençlik şiddetinin ve toplumsal tepkisizliğin çarpıcı bir örneğiydi. Kamuoyunda cinayeti meşrulaştırmaya çalışılan “şehirli ergen gerilimi” gibi yorumlar yapıldı. Olay kısa sürede “kişisel bir trajediye” indirgenerek politik bir çerçeveden çıkarıldı. Oysa bu da şiddetin en yalın hâlidir: normalleştirme ve hızla unutma.

Tıpkı kadın cinayetlerinde olduğu gibi burada da sistem, failin geleceğini merkeze koydu; mağdurun yaşamını değil. Mattia’nın öldürülmesi, yalnızca gençliğin değil, toplumun tüm kırılgan gruplarının yani çocukların, kadınların, hayvanların kamusal alanda nasıl kolayca şiddetin hedefi hâline geldiğini ortaya koydu. Şiddet, failin yaşıyla değil, sistemin onunla kurduğu cezasızlık ilişkisiyle açıklanmalıydı.

SONUÇ: Sessizlik Değil, Hesaplaşma

Kadına, çocuğa, hayvana, doğaya yönelen her şiddet vakası; münferit bir kötülüğün değil, derinleşen bir sistemin sonucudur. Bu sistem, faillere dokunmazken mağdurları sorgular; yaşam hakkını değil, erkek konforunu korur. Her cinayet, her istismar, her kıyım; failin eliyle değil, görmezden gelen düzenin gölgesinde büyür.

Kamusal alanın güvenliği, yalnızca daha fazla polisle, daha çok kamera ile sağlanamaz. Güvenlik, görünmeyenlerin sesi duyulana, değersizleştirilenlerin yaşamı eşit haklarla tanınana kadar kurulamaz. Kent, herkes içindir demek kolaydır. Ancak kent, bir kadının adımlarını hızlandırmak zorunda kalmadığı, bir çocuğun sokakta korkmadan oynayabildiği, bir kedinin yaşama hakkının pazarlık konusu edilmediği bir yer hâline gelmediği sürece, kimse için gerçekten güvenli değildir.

Bugün yaşadığımız şiddet, yalnızca bugünün sorunu değil; hesaplaşılmamış geçmişin tortusu, suskunluğun örgütlenmiş hâlidir. Ve bu nedenle çözüm; yalnızca yasal değişiklikte değil, kültürel dönüşümde, feminist dayanışmada, politik bir yüzleşmede saklıdır.

Şehirlerin kimin için güvenli olduğu sorusunu sormaktan vazgeçmeyelim.
Çünkü bu soru, yalnızca kent planlamacılarını değil; yasaları yapanları, uygulamayanları ve sessiz kalan hepimizi sorumlu kılar.