Otuz küsur yıl önce alınmaya hak kazanılmış bir üniversite diplomasının, daha önce farklı görüş bildiren aynı kurum tarafından şimdi iptal edilmesinin nedenini, nasılını yahut keşkeler listesini konuşma eşiğini geçtiğimiz bir zamandayız. Diploma iptalinin olası neticeleri ve çatırdamaya başlayan dünya düzeninde Türkiye’nin pozisyonunun iktidar-muhalefet dengesine yansımaları üzerinde yoğunlaşmanın daha doğru olacağı kanaatindeyim.
2019’dan beri kuvvetli öngörüm Ekrem İmamoğlu’nun Türk siyasetinde uzun ömürlü ve etkin bir aktör olacağı yönünde. Bu düşüncemi diploma iptali ve sonrasındaki idari yargı süreci değiştirmeyeceği gibi muhtemel ilave yaptırımlar da değiştirmez. Bu tip yapay müdahaleler olacak olanların olmasını değil zamanlamasını değiştirecek türden sınırlı etki yapabilir. Orta ve uzun vadede müdahale edene olumsuz tesiri müdahale edilene kısa dönemli zararından daha fazla olur.
Üniversitenin “mahcup” iptal metninin pek önemi yok. Mühim olan karar sonrası iki kişinin alacağı pozisyondu. İki isimden ilki olan İmamoğlu beklenen tepkiyi vererek Kastamonu’da bir iftar sofrasından “Kendimi millete emanet ediyorum. Bundan önce bin çalışıyorsam şimdi milyon çalışacağım.” dedi. Doğru ve hızlı bir siyasi meydan okumaydı. İkinci isim olan Mansur Yavaş ise beklentilerin aksine hızlı ve net bir pozisyon alarak kendisi üzerinde uzun süredir oluşturulmaya çalışılan “muhalif şüphe” bulutlarını dağıttı. Yavaş hukuki ve siyasi olarak sürecin her dakikasında Ekrem Bey’in yanında olacağını ifade ederek “Bu hukuksuzluk ortadan kalkana kadar cumhurbaşkanı adaylığını değerlendirme kararımı askıya alıyorum.” dedi. Mansur Bey’in, Ekrem Bey’in yanında durması idari yargı sürecinde kamuoyu desteğinin geniş yelpazede kazanılması için oldukça kritik. Ama daha ötesi de var. Hatta popüler deyimle ifade edelim: turpların büyükleri bu defa muhalefetin heybesinde. Mansur Bey diploma kararı sonrası “adaylık değerlendirmesini askıya alma” hamlesini bir adım ileri taşır ve bu şartlarda bir seçimi protesto edip katılmazsa, Yavaş’ın protesto ettiği bir genel seçimin meşruiyeti açıkça tartışmalı hale gelir. Bu aksiyon sonrası iktidar toplumsal meşruiyet krizine gireceği için İmamoğlu’nu engelleme kararından geri adım atabilir. Bir diğer oyun değiştirici hamle ise Ekrem Bey’in Yavaş’ın elini kaldırması ve planlı bir parlamenter sisteme geçiş takviminin toplumla paylaşılması olur. Bu durumda Ekrem Bey CHP’nin liderliğine geçerek olası yönetim değişikliğinde iktidar partisinin genel başkanı olarak devletin idare mekanizmasında etkin bir pozisyonda geçiş sürecini yürütür.
Türk muhalefeti için hayati olan İmamoğlu- Yavaş hattının bozulmaması, iktidar için hayati olan ise bu birlikteliğin bozulmasıdır. Süreç ilerledikçe bu konuya değinmeye devam edeceğim. Ama bu bölümün ana odak noktası başka. Olan bir şeye değil olmayan bir şeye odaklanacağım.
Kamuoyu araştırmaları İmamoğlu’na “yargı eliyle” dokunulmasını toplumun büyük çoğunluğunun onaylamadığını gösteriyor. İktidarın dokunma nedenlerinin çeşitliliğini arttırması da sonucu değiştirmiyor. Ki bu nedenler “ahmak” davasından teröre, yolsuzluktan diplomaya oradan CHP Kurultayına epey yaratıcı bir şekilde arttırılmaya devam ediyor. İmamoğlu’nun yoğun stres altındaki performansı test ediliyor. Şahsi politik performansının kötü olduğunu söylemek mümkün değil bununla birlikte adım sıralamasındaki tercihlerinin iktidarın alanını genişlettiği görülüyor. Aleyhine her gelişmenin eli kulağındayken tek adaylı ön seçimin zamana yayılan şekilde düzenlenmesi gibi. Halbuki Mansur Bey’in katılmadığı tek adaylı bir ön seçimle parti grubunun aldığı adaylık kararının ciddiye alınabilecek bir farkı olmazdı. İlaveten resmi adaylık kalkanı çok önceden kaldırılmış olacağı için iktidarın ön seçim sürecinde yoğunlaştırdığı hamlelere geniş zaman alanı bırakılmamış olurdu. Şahsiyeti ve iş yapma biçimi bakımından pratik-hızlı olana meyli yüksek olan İmamoğlu’nun bu ve buna benzer isabetli olmayan tercihlerine, yaygın görüşün aksine, pek hâkim olmadığı parti içi dengeleri gözetmeye dair endişesinin neden olduğunu söyleyebiliriz. Aslında karakterine uygun olmayan bu tip maliyeti yüksek gecikmelerin tümü başka mühim bir eksiğin yansıması. Erdoğan’da olan ama İmamoğlu’nda olmayan nadir siyasi özelliklerden birisi… Buna kabiliyet demek doğru olmaz. Daha çok erken dönemde edinilmiş bir dayanak yahut direnek: ideoloji. Bunu ideolojinin büyüklüğü-küçüklüğü gibi sübjektif bir konumlamadan bağımsız belirtiyorum elbette. Öncelikli ve daha fonksiyonel bir pragmatiklik üzerinden ele alıyorum kavramı. Yani saldırılar karşısında tahkim edilmiş bir mevzi yahut düşüldüğünde ayağa kaldıran ve içten gelen bir enerji gibi.
Denilebilir ki: Özal’da ve Demirel’de var mıydı? Özal’ın 83’de pamuklara sarılmış şekilde iktidara gelişi herhangi bir dayanağa ihtiyaç duymayan, şahsı için hayli talihli bir andı. Sonra bu “talihini” sürdürmek amacıyla siyasi yasakların kaldırılmaması için ne kadar uğraştığı herkesin malumudur. Bununla birlikte sonrasında bilhassa askerle yaşadığı kimi mücadelelerde, yaşam tarzıyla bağdaşmasa bile cumhuriyetin temel bazı niteliklerine karşı rövanşist ideolojik bir tavrı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Demirel ise muarızlarının sıklıkla ideolojisizlikle itham etmesine karşın odağına kalkınmayı alan ama kavrayış bakımından oldukça entelektüel düzeyde bir cumhuriyetçi ve Atatürkçü’ydü. Atatürk’ün neyi, niçin yapmaya çalıştığı konusundaki farkındalığı hayli yüksekti. Esasında merhum Demirel’in ideolojik zemini yani cumhuriyet ve Atatürk, İmamoğlu için de bereketli bir dayanak olmaya oldukça uygun. Bu kavramlara bağlılığı olduğunu da düşünüyorum. Fakat bağlılığın dayanağa, direneğe dönüşmesi için gereken asgari derinlik şartına sahip olmadığı düşüncesindeyim. Bunu mevzi metaforuyla düşünmek kolaylaştırıcı olacaktır. Mevzi için ya sizi saldırılara karşı koruyacak bir birikimin, duvarın, yığının, nesnenin arkasında konumlanmak yahut zemini kazarak yüzeyden daha derin bir yerde kendinizi muhafaza etmek icap eder. Yine denilebilir ki: İmamoğlu cumhuriyete ve Atatürk’e sürekli değiniyor, konuşuyor. Bu doğru. Zaten bağlılığıyla ilgili bir sorun olduğunu ifade etmiyorum. Bunları kavrayışıyla, hakkıyla bilişiyle ilgili bir eksikliğe işaret ediyorum. Metinsiz konuşmalarındaki sıfat ve zarf enflasyonu bunu açıkça ortaya koyuyor. Yani isimleri ve fiilleri nitelemedeki bonkörlüğü: “değerli”, “çok güzel”, “harika” vb. Kanaatim, İmamoğlu’nun birkaç ay cumhuriyet ve Atatürk üzerine okuması, dinlemesi ve düşünmesinin kendisini cumhurbaşkanı adayı sıfatını almasından çok daha fazla tahkim edeceği ve dirençli hale getireceği. Daha açık ifade edeyim: İmamoğlu cumhuriyetin büyük ve hayati bir şey olduğunun farkında ama ne olduğuna dair kendisine lazım olan birikime sahip değil. Atatürk’ü sevip sayıyor ve büyük işler yaptığının farkında ama neleri, niçin ve nasıl yaptığına dair kendisine lazım olan birikime sahip değil. Bu da onu hayli azimli, çalışkan ve popüler olmasına karşın konjonktürel zayıf anlarında öz savunmasız bırakıyor. Rakiplerin kolaylıkla dokunabileceği profesyonellere, kurumlara hatta partiye sahip. Ama rakipleri dahil hiç kimsenin dokunamayacağı dayanağa, dışarıdan hiçbir desteğe ihtiyaç duymadan zor zamanlarda gerekli enerjinin kaynağı olan fikri motivasyona, yeterince, sahip değil. Bundan sonra sahip olabilir mi? Belki, üst üste doğru yöntemlerle, kısmen.
Bir de çatırdama sesleri tüm Avrupa’dan, kuzey steplerinden ve elbette Orta Doğu’dan gittikçe daha yakından duyulan eski dünyanın çöküşü ve olası yeni dünyanın kuruluş işaretleriyle karşı karşıyayız. Trump ikinci dönemini tamamlayabilir ve yardımcısı yahut ona benzer birine başkanlığı devredebilirse ABD-Rusya-Çin ekseninde anlaşılarak bölüşülmüş yeni bir dünya manzarasıyla karşılaşmamız muhtemel. II. Dünya Savaşı sonrası güvenlik mimarisini bütünüyle ABD’nin çatısı altında konumlandıran Avrupa’nın yüksek kaygı durumu yeni ihtiyaçlar ve bu ihtiyaçları giderecek yeni tedarikçilere muhtaç. Şüphesiz bu sürecin Türkiye’ye etkileri de şimdiden görünmeye başlandı. Trump’ın benzerini Ürdün Kralı içinde sarfettiği cömert iltifatlarla süslü Erdoğan övgüsü, Avrupa Birliği’nden uzun süre sonra gelen sıcak davetler vb. Rus yayılmacılığından ve şimdi ilave olarak Trump yayılmacılığından endişe eden Avrupalıların yeni savunma mimarisinde Türklere kadim tarihlerden beri aşina olduğumuz bir rol biçiliyor: askerlik. Tıpkı yasa dışı göçmenlerin ülkeye girişinde değil ama ülkeden Avrupa’ya çıkışını engellemedeki güvenlik kabiliyetimiz gibi, daha önceleri Orta Çağ Mezopotamyası’nda ve Doğu Roma’sında sergilediğimiz bir ihraç ürünü olan askerlik maharetimiz gibi. Hem de bu defa reytingi yüksek dizilerle ve “haber” kanallarıyla zemini hazırlanmış “çok büyüğüz, öyle böyle değil. Madem Avrupa çoluk çocuğunu korumak için Türkiye’ye muhtaç duruma düşmüş o zaman…” propagandası geniş kitlelerde çalışır. İktidar desteğini önemsediğinden değil ama Avrupa’ya aşkla bakan bizim liberal sol kesimde “belki buradan bir nefes alma alanı çıkar” heyecanıyla tezahürata başlar.
Dünya’nın politik ve askeri konjonktürel gerçekliği 2002’den beri hiç olmadığı kadar Sayın Cumhurbaşkanı’nın lehine. Bu da demektir ki; özellikle son 10 yılda otoriterleşmenin özgürlük alanını daralttığı her adımında can havliyle yüzünü Batı’ya çevirenler için ilave hayal kırıklığıyla dolu bir dönemin başında olabiliriz. Ama doğrusu bu kesimin ilave hayal kırıklıklarının ve tarihi “batıdan ummacılık”larının Türkiye’ye bir faydası olduğuna şahit olmadım.
Türk muhalefetine lazım olan hem de en öncelikli lazım olan tıpkı Amasya Genelgesi’nde ifade buyurulduğu gibi “milleti kurtaracak olanın yine milletin azim kararı” olduğu sert gerçekliğini içselleştirmek. Ve bundan başka yol ve kuvvet tanımamak. 1919 Amasyası’ndan örnek vermenin iktidarı siyaseten düşmanlaştırmak alt metnine sahip olduğunun düşünülmesini arzu etmem. Zira benim durduğum yerden 2002’de Erdoğan’ı iktidara getiren, 2023’te yine yeniden iktidarda tutan milletin azim ve kararı, 1919’da azmine ve kararına muhtaç olunan milletin azim ve kararıdır. Başka bir deyişle mesele milletin azmi ve kararını peşinden vakfedeceği kişi olabilmektir. Batı’dan yahut Doğu’dan bir lütuf, destek ummadan… Yalnız kendi milletine yaslanarak… Bu metodun uluslararası itibarı da peşinden getirdiği çok kereler tecrübe edilmiştir.
Sözün özü: Türkiye demokrasiyi ve haliyle özgürlüğü yabancı yatırımcılar, AB normları yahut kredi kolaylıkları için değil Türkler demokrasi ve özgürlüğü hak ettikleri için en üst standartlara ulaştırmalı. Türkiye’ye göçmen tutucu yahut “paralı “ asker rolü biçen ülkelerin ve ittifakların Türklerin hayatı yahut hayat kalitesine dair en ufak bir kaygı taşıdıklarını düşünenleri değil bu düşüncede olanları ciddiye alanları bile ciddiye almamak gerekir.