|
Getting your Trinity Audio player ready...
|
Ekonomist Alfred E. Kahn, 1966 tarihli “Küçük Kararların Tiranlığı: Piyasa Başarısızlıkları, Kusurları ve Ekonominin Sınırları (The Tyranny of Small Decisions: Market Failures, Imperfections, and the Limits of Economics)” başlıklı makalesinde, serbest piyasa ekonomisinin bireylerin kısa vadeli çıkarları doğrultusunda aldığı küçük kararların toplamından oluştuğunu; fakat bu kararların nihayetinde bireylerin arzu etmeyeceği bütüncül neticeler üretebildiğini ileri sürer. Günlük hayatın akışı içinde “rasyonel” biçimde alınan sayısız küçük karar, bir araya geldiğinde pazar istikrarsızlığını ve refah kayıplarını doğurabilir. Bireylerin tek tek dar kalıplar içerisindeki rasyonel davranışı, kolektif olarak optimal bir sonuca ulaştırmaz. Bu durumda bireyler kendilerinin aldıkları küçük kararların mağduru ve esiri olurlar. Burada suçlanabilecek yekpare ve insicamlı bir “üst akıl” da mevcut değildir. Çünkü bütüncül neticenin müsebbibi bireylerin teker teker kendisidir. Kahn bu duruma “küçük kararların tiranlığı (tyranny of small decisions)” adını vermiştir ve Adam Smith’in “görünmez el” dediği kaostan çıkan tesadüfi bir kozmos durumunu reddetmektedir.
Küçük kararların ortaya çıkardığı bu handikap yalnızca ekonomi için değil, siyaset için de geçerlidir. Ben, siyaset sahasında bu duruma küçük “çıkarların” tiranlığı diyorum. Bugün Türkiye’de siyaset kurumunun yaşadığı genel tıkanmanın temeline indiğimizde ülkenin görünmez rejimi olan “küçük çıkarların tiranlığı” ile karşılaşmaktayız. Siyasi partilerden kamu bürokrasisine, sivil toplumdan yerel yönetimlere kadar hemen her düzeyde, bireylerin kısa vadeli statü, para ve imkân odaklı hesaplarının toplamı, ülke insanları ve kurumlarının uzun vadeli menfaatlerinin aleyhine, değiştirilmesi zor neticeler üretmektedir. Bu durum bir tiranlık olarak tanımlanabilir, zira burada tiranlığı ortaya çıkaran şey düzeni tesis edenlerin sayısı değil, müesses nizamın topluma yine toplum tarafından gayri-iradi bir şekilde empoze edilmesi, bu düzeni değiştirme imkânının çok kısıtlı olması ve bu değişmezliğin milletçe içselleştirilmesidir. Bu “küçük çıkarlar”, sığ ve dar bir fayda perspektifiyle malul olmakla birlikte, kimi zaman biçimsel olarak meşruiyet zeminine de oturabilir. Ancak pek çok zaman bu sağlanan çıkarlar gayrimeşru karakter taşır. Hak edilmeyen bir koltuk, liyakati hiçe sayan bir atama, kamu malından devşirilen küçük bir pay, mesai saatlerinin ihlal edilmesinin göz ardı edilmesi, başkalarının hakkını çiğneyen bir tayin, kurumda daha çok güneş alan ofiste oturma, adını emeksiz bir şekilde projeye yazdırma, yahut ilgisiz olduğu halde gidilen “kaymaklı” yurtdışı seyahatleri… Daha aklımıza gelemeyecek sayısız günlük küçük çıkar… Hepsi, Türkiye’nin siyasi, iktisadi ve bürokratik rutini içine sinmiş küçük günahların —ya da küçük menfaatlerin— farklı suretleridir.
Bu tür küçük çıkar ilişkileri, zamanla sistemin damarlarına nüfuz eden bir tür kurumsal alışkanlığa, bir görünmez rejime dönüşmektedir. Rahmetli İsmail Cem bir köşe yazısında, Türkiye’deki toplumsal yozlaşma hâlini, herkesin sistem içinde göz ardı edilmesini beklediği küçük bir açığı ya da meşruiyet sınırlarını aşan bir menfaati bulunmasına bağlar. Bireylerin kendi konfor alanlarını koruma ve genişletme güdüsüyle beslendikçe büyüyen bir tür toplumsal olarak normalleştirilmiş bir yozluk halidir bu görünmez rejim. Başarılı politik liderlik ise, tabandan tavana yayılan bu küçük çıkar dengelerinin üzerinde kalabilme sanatıdır. Eğer Türkiye’de siyasetin içinde düştüğü hâl liderlik noktasındaki kişilerin şahsi ihtiraslarından ibaret olsaydı, sorunun çözümü kolaylaşabilirdi. Fakat günümüz Türkiye’sinde mesele liderlik veya yöneticilik pozisyonunda bulunan şahısların ihtiras ve hedefleri ile sınırlı değildir; sistem pek çoğu da gayrimeşru olan küçük menfaatler üzerine kurulmuştur. Politik liderliğin etki kabiliyetini içerisinde bulunduğu sosyo-ekonomik bağlamdan koparırsak buzdağının sadece suyun üzerinde kalan kısmını sorun olarak tanımlamış oluruz. Siyasi lideri bulunduğu yerde tutan, bilhassa Türkiye örneğinde, en alt kademeden en üst kademeye kadar küçük çıkarların tiranlığıdır. Dar şahsi menfaatleri üzerinden rasyonel olarak hareket ettiğini düşünen birçok bireyin aldığı küçük karar ortaya siyasal liderliğin ziyadesiyle temerküz etmiş aşırı kuvvetini çıkarmaktadır. Bu tür bir politik liderliği, Jose Ortega y Gasset’in “kitle adam”, Wilhelm Reich’in “küçük adam” ya da Friedrich Nietzsche’nin “son adam” diye tanımladığı, kısa vadeli-boyutlu ve son derece kısıtlı bir çerçeve içerişinde tanımladığı çıkarların izinde hareket eden, itaatkâr ve konformist “adamlardan” mürekkep insan topluluklarının doğal neticesi olarak düşünebiliriz.
Bugün Türkiye’de iktidar bloğu, parti örgütlerinden kamu şirketlerine kadar uzanan bir tür “sadakat-ekonomisi” üzerine işlemektedir. Burada işleyen ve tepeden aşağı kör itaati önceleyen mantık Türk milletinin potansiyeline ve devletin kurumsal kapasitesine zarar vermektedir. Terfi hırsıyla hareket eden bir bürokrat, üniversite içinde makam beklentisine kilitlenmiş bir akademisyen, vergi yükümlülüklerinin görmezden gelinmesini uman bir esnaf, kamu ihalelerinin peşinde koşan bir sanayici ya da iktidar destekli medya alanında görünürlük arzulayan bir sanatçı… Her biri, kendi mikro çıkarlarını teminat altına almak uğruna, iktidar mekaniğinin yeniden üretimine farkında olarak veya olmayarak katkı sunmaktadır. Muhalefet partilerinde de tablo farklı değildir; “küçük çıkarların tiranlığı” bu yapılarda da hükmünü icra etmektedir. Parti örgütleri içerisindeki şahıslar, ilkesel siyaset veya ülkede iktidar değişikliğinden önce bireysel konumlarını, iktisadi getirilerini ve kendi hiziplerinin mikro çıkarlarını koruma refleksiyle hareket etmektedir. Bu durum, muhalif çevrelerin de iktidarı itham ettikleri siyasal pratikleri içselleştirerek onun imitasyonuna dönüşmesine yol açmaktadır. Bu duruma özellikle ana muhalefetin ciddi ekonomik kaynakları kontrol ettiği mahalli idarelerde, bir önceki cumhurbaşkanlığı aday sürecinde veya bugün yaşanan parti-içi kavgada rastlanabilir. Siyasete benzer bir şekilde kamu bürokrasisinde idareciler de işlerini bu küçük menfaat hırslarına dayalı mekanizmanın imkânlarından faydalanarak yürütmektedirler. Kamuda gözlenen kötü yönetim veya görevi suiistimal ederek haksız kazanç sağlama, çoğu kez, genel müdürlük, daire başkanlığı, rektörlük, dekanlık gibi hiyerarşinin farklı katmanlarındaki makamlardan beklenen küçük çıkarların ürettiği kör itaat zinciri ve konformizmin kaçınılmaz sonucudur. Kamu sektöründe idareci konumunda bulunan kişilerin mantık dışı veya haksız uygulamalarına ses çıkarmama son derece yaygın ve mezkûr tiranlığı aşağıdan yukarıya inşa eden önemli eylem(sizlik)lerden biridir. İdarecinin (veya siyasetçinin) sadece yönetimiyle ilgili saçmalıklarına değil aynı zamanda politik olarak kabul edilemeyecek davranışlarına da tepki verilememesi bu tiranlığı besleyen pasif katkılar olarak kaydedilebilir.
Kısa vadeli düşünen, konfor alanını koruyan, kendi küçük iktidar çevresinde tatmin olan insan tipi ülkedeki makro iktidar rejiminin toplumsal zeminini oluşturmaktadır. Bulunduğu makamın sağladığı küçük imtiyazların ve statü kırıntılarının peşindeki insan tipinin eylemlerinin toplamı ülke düzeyinde büyük bir maliyet yaratmaktadır. Yanlış anlaşılmasın. Burada sadece gayrimeşru şekilde kamu ihalesi almak, daire başkanlığını haksızca deruhte etmek gibi daha kör göze parmak ve iktidarın politik dönüşüm projesinin bir parçası sayılacak menfaat dağıtımından bahsetmiyorum. Günlük hayatta normalleştirdiğimiz her türlü küçük “göz ardı etme” durumu da buna dahil edilebilir. Kişilerin gerçekten hak ettikleri şeyleri elde edebilmek için sistemdeki gayrimeşruluk ve haksızlıklara uyum sağlayarak ses çıkarmaması da bu minvaldedir. Belki bir menfaat sağlanır düşüncesiyle dahil olunan ilişki ağlarına zarar vermemek adına, bu “networklerin omerta yasalarına” biat edilmesi de aslında tabandan tavana piramit şeklinde örgütlenen mezkûr kolektif tiranlığın beslenmesini sağlayan bir mekanizmadır. Bu tablo, zaman zaman Hannah Arendt’in “kötülüğün sıradanlığı” kavramıyla da örtüşür. Bu düzen içerisinde menfaat kovalamak veya kötülük yapmak için değil yalnızca görevini sürdürmek için çalışan insanlar da küçük çıkarların tiranlığını besleyebilmektedirler (satırların yazarı kendisini de bu tespitlerin dışında bırakmamaktadır). Bu banalleşmiş kör itaat, yaşanan sistemsel sorunların ve küçük menfaatlerle örülü hiyerarşik ağın –bir tür saadet zinciri– devamını sağlamaktadır. Herkes birbirinin sırtını sıvazlarken kafasını başka tarafa çevirirken ya da sessizce işini yaparken kurumlar zafiyete düşmekte ve millet bu kolektif tiranlığın gayri-ahlaki sayılabilecek normlarını içselleştirmektedir. Bu normatif erozyonun sonunda ne iktidarın ne muhalefetin ne de bürokrasinin gerçekten kazanabileceği bir zemin kalacaktır.
Bunları anlatırken insanı sadece maddi heveslerinin peşinde koşan bir homo economicus gibi gördüğüm yanılgısına da düşülmesin. İnsanların ideal dünya ve memleket tasavvurları her daim mevcut olabilir. İktisadi zenginliğin sağladığı refah yanında, insanlar bilişsel olarak da tatmin olmak isterler. Bireyler, kendilerini adadıkları büyük davalar üzerinden düşünsel iddialarını realize ederek manevi ihtiyaçlarını da gidermeye meyyaldirler. Başarılı bir siyasi liderliğin, ikisi de insanın tabiatına mündemiç olan fikri ve maddi tatminin tek bir dava üzerinde ortaklaştırılabilmesi gerekir. Türkiye’deki iktidarın ve onun liderinin büyük bir maharetle başardığı en önemli hususlardan biri budur. Örneğin, sivil toplum üzerinde kültürel hegemonyanın sağlanması için verilen “pozisyon savaşına” cephanelik, ancak iktisadi refahın yükseltilmesi ve dağıtılması ile mümkündür. Bu da küçük çıkarların hiyerarşik ağının başarılı bir şekilde idaresini gerektirir. Fikri yayılmacılık ideolojik bir hareketin varoluşsal bir niteliği olmak durumundadır. Fikri yayılmanın gerçekleştirilmesinde ideolojik altyapının sağlamlığı kadar, arkasındaki iktisadi kudret de olmazsa olmaz bir faktördür. Bu açıdan bakıldığında hem iktidar hem de muhalefet elitinin küçük çıkar ağları üzerinden gerçekleştirmeye çalıştıkları şey salt bireysel zenginliklerin arttırılması ile izah edilemez. Küçük menfaatinin peşinde koşan birey de yaptıklarını kişisel menfaati için değil “fikirlerinin iktidarı” için gerçekleştirdiğini düşünür. Fikirleri ve edimleri arasında bir uyumsuzluk olduğunu düşünmediğinden “bilişsel uyumsuzluk” da yaşamaz. Belki başlangıçta hissetse bile şahsi menfaatleri ile Türk milletinin siyasi emellerinin tevhit ettiğine bir merhalede kendini samimiyetle inandırır.
İnsanların manevi-bilişsel menfaatlerinin de maddi çıkarları kadar önemli olduğunu düşündüğümden bir kısım post-modern düşünür gibi direniş dahil her şeyin iktidardan gelip iktidara gittiği yargısından mülhem bir şekilde insanın iradesini (human agency) ve sistem dışılık olasılığını yok saymak niyetinde de değilim. Ancak mezkûr sosyo-politik rejime direniş iradesini ortaya koymak hiç de kolay değildir. Egemen büyük veya küçük iktidar odaklarının kendilerine muhalefet eden kişiler üzerinde ekonomik ve sosyo-psikolojik araçlarla yarattığı ve yaratacağı baskıya karşı direnişin bir hududu vardır. Örneğin, iktidar noktasındaki kişilerin kendilerine fikri sebeplerle muhalif olanları çoluk çocuklarının rızkı ile tehdit ettiği anlarda insanlar ancak belirli bir noktaya kadar direnilebilir. Ya da son cumhurbaşkanlığı seçiminde muhalefet içerisindeki farklı fikir sahiplerine uygulanan ve hakaretlere varan sosyo-psikolojik baskı gibi örnekler direnmesi zor anları teşkil eder. Evet, bireylerin direniş etiği ve eşiği görecelidir. Fakat mevzu bahis sofradaki çorbaya gelip dayandığında insanlar “dava taşının” yenmeyecek bir şey olduğunu acı bir şekilde fark ederler. Ve bu durumdaki insanların politik tercihlerini kınamak da kolay olmayacaktır. Bu bağlamda, küçük çıkarların tiranlığına karşı geliştirilebilecek en makul tepki biçimi, Slavoj Žižek’in Herman Melville’in “Kâtip Bartleby” öyküsünden esinle kavramsallaştırdığı “yapmamayı tercih ederim (I would prefer not to)” tutumunda cisimleşen sessiz ve eylemsiz bir tür pasif direniştir. Bu “yapmamayı tercih ederim” anlayışı en veciz şekillerinden birini rahmetli Metin Tokdemir’in ifadesinde kendini bulmuştur: “Ülkücülük bazen; evinin bir köşesine çekilip, lekesiz ve onurlu bir şekilde yaşamaktır”. Bununla birlikte, sistemle doğrudan çatışmaya girmektense bu tür bir kinizme ya da münzeviliğe sığınmanın da nihayetinde iktidar sahiplerinin siyaseti anlamsızlaştırma projesine hizmet ettiğini, hatta “kötülüğün sıradanlığı”nın başka bir versiyonu olabileceğini de bir kenara not etmek gerekir.
Hülasa etmek gerekirse, “küçük çıkarların tiranlığı”, Türkiye’de hem iktidarın hem muhalefetin hem sivil toplumun hem de bürokrasinin müştereken inşa ettiği bir olgu, görünmez bir rejimdir. Kişilerin makro ya da mikro iktidar alanlarında kendi küçük menfaatlerini tatmin etme motivasyonuyla gerçekleştirdikleri eylemlerin toplamı, paradoksal biçimde, yine aynı kişilerin büyük çoğunluğunu memnun etmeyen bir düzen üretmiştir. Bu paradoksal döngüde bireyler hem müesses nizamdan faydalanır hem de sistemin yozlaşmasından yakınır. Hem adaletsizliğe küçük ölçekte iştirak eder hem de adaletsizliği başkalarına atfeder. Burada bireylerin şikâyeti çoğu zaman tiranlığın varlığından dolayı olmaz. Tiranlığın menfaat dağıtım sistematiğinden yeterince pay alamadıklarını düşündükleri için olur. Tabi bu hoşnutsuzluklar, ancak mahrem alanın güvenli duvarları arasında fısıldanır; kamusal sahnede ise, sanki hiçbir sorun yokmuş gibi davranılmaya devam edilir. Ayrıca ucu kendisine dokunmadığı müddetçe (bazen dokunsa bile), başkalarına yönelik haksızlıklar birçok zaman kısık sesle dahi olsa şikâyet konusu edilmez. Bu çelişki, ahlaki tutarsızlıklarımızı gören gözler için aşikâr kılar. Kendi küçük etik ihlallerimizi olağanlaştırırken başkalarınınkini sistemin yozlaşmasının kanıtı olarak sunarız. Oysa bu görünmez rejimin inşasında iktidar sahiplerinin iradesi kadar, toplumun geniş kesimlerinin aktif ya da pasif iş birliği de belirleyici olmuştur. Çünkü bugünkü politik düzen, bireylerin küçük çıkarlarından (ki buna pasif konformizm de dahildir) mürekkep bir toplumsal zemin üzerinde yükselmektedir. Küçük menfaatlerin tiranlığı yıkılmadıkça ne kurumların ıslahı ne de siyasal ahlâkın tesisi mümkündür. Gerçek bir dönüşüm, ancak bireylerin küçük çıkarlarının yarattığı konfor alanını terk etme iradesiyle olası hâle gelir. Eğer siyasal ve toplumsal muhalefettekiler de ülkedeki düzenden gerçekten rahatsız ve iktidarı değiştirme konusunda samimilerse, işe kendi mikro iktidar alanlarındaki küçük çıkarların tahakkümünü yıkmak ile başlamak zorundadırlar. Diğer türlüsü; herkesin kendi dar iktidar alanını menfaat ağlarıyla tahkim ettiği, ulusal ölçekteki müesses nizamdan payına düşenle yetindiği ve bu yüzden sistemin bütününe yönelik ciddi değişim arzusunun hissedilmediği bir duruma işaret etmektedir.