Getting your Trinity Audio player ready...
|
Filistin, bugün artık yalnızca bir dış politika başlığı ya da bölgesel bir çatışma değil; aynı zamanda çağımızın toplumsal vicdanını, bireysel ve sosyal bilinci sınayan bir turnusol kâğıdı, Yeryüzü ise bu farkındalığı hâiz toplumların belirlendiği ve seçildiği bir imtihan yeri durumunda. Gazze’de şahit olmaya mecbur bırakıldığımız soykırım ve dünyaya yayılan trajik ve ağır travmatik görüntüler, dünyanın ortak hafızasına kazınmış sahnelerdir artık. Avrupa şehirlerinde, Gazze’de yaşanılan bu vehâmetin yarattığı infial, binlerce insanı sokaklara sürükledi. Berlin’de üniversite öğrencilerinin amfileri işgali, Paris’te Sorbonne’un önünde açılan Filistin bayrakları, Londra’da parlamento binasına yürüyen on binler, İspanya, Guernica’da II. Dünya Savaşı’ndan bu yana ilk defa çalınan yas sirenleri, dünyanın her yerinden yükselen akademik boykotlar, çeşitli kültür-sanat alanında okunan dayanışma metinleri ve imza kampanyaları… Bütün bunlar artık, Filistin’in sadece bir “coğrafya” değil; evrensel bir etik, adalet, vicdan meselesi olarak algılandığını ortaya koyuyor. Türkiye’de ise aynı görüntüler, paylaşılan aynı bilgiler, duyumlanan aynı imgeler televizyon ekranlarını ve sosyal medya akışlarını doldurmasına rağmen, benzer ölçekte bir kitlesel tepki gözlenmiyor maalesef. Elbette bireysel hassasiyetler ve ferdî reaksiyonlar mevcut; insanlar özel alanlarında öfkeleniyor, sosyal medyada birkaç saatlik öfke patlamaları yaşanıyor, cami avlularında dua halkaları kuruluyor. Ama hiçbirisinin, Batı meydanlarında görülen toplumsal kitleselliğe dönüştüğünü ne yazık ki söyleyemiyoruz. Bu sessizlik, sadece bir tepkisizlik değil; dağınık, kendi başına bir gürültü, anlamsız, etkisiz bir yankı ve bilinç uyandırmak yerine rahatsızlık üreten bir kaos haline evriliyor. Toplumun bütüncül bağlamda beklenen refleksi vermemesi ve tüm olan bitenlere karşı kayıtsızlığı, derinlerde aranması gereken bazı soruları gündeme getirmesi açısından oldukça önemli: Bu kayıtsızlık nereden besleniyor? Türk toplumu, neden Batı toplumlarındakine benzer bir yüzleşmeye girişmiyor? Neden sessizlik, Türk toplumunda bu kadar güçlü bir tercih hâline geliyor? Bu soruların yanıtlarına ulaşmada toplumsal belleğin, bireysel apolitikleşmenin ve siyasetin araçsallaştırıcı dilinin birbirine bağlandığı determinist bir üçgen yapısı olduğu kanaatindeyim.
Judith Butler’ın 2009’da çıkan Frames of War: When Is Life Grievable? kitabında kavramsallaştırdığı “yas tutulabilir hayatlar” (grievable lives) kavramı zihnimizde önemli bir ünlem uyandırıyor. Butler, siyasal ve toplumsal düzenlerin bazı ölümleri, kıyımları ve soykırım görünür kılıp yas tutulmaya değer görürken bazı hayatların kaybını görmezden gelmesiyle oluşan eşitsizlik üzerinde duruyor ve “yas tutulabilir hayatlar” kavramıyla modern dünyanın hangi hayatların yasını tutmaya değer bulduğunu, hangilerini ise görmezden geldiğini tartışıyor. Bunu yaparken de modern zaman toplumlarının hassasiyet ve farkındalık seviyelerine göre kendi vicdan haritalarını ve harekete geçme motivasyonlarını açıkça ifşa ediyor. Bu kavramın Türkiye’de, özellikle Gazze’de yaşanan mezâlime karşı tepkilerin dağınık bir halde ve daha dar bir politik çevreyle sınırlı kalmasının sebeplerini de ortaya koymada yardımcı olacağı kanaatindeyim.
Türkiye’de Filistin’e yönelik kitlesel sessizliğin sebeplerinden birisi, toplumsal belleğin yorgunluğudur. 80’li ve 90’lı yıllarda Yaser Arafat’ın FKÖ’sü tarafından yürütülen Filistin’in özgürlük mücadelesi, farklı ideolojik kampların bile ortak bir duyarlılık etrafında birleşebildiği alanlardan biri olarak karşımıza çıkıyor. Üniversite boykotlarında, farklı politik görüşlerdeki sivil toplum örgütlerinin düzenlediği eylemlerde ve yardım kampanyalarında, geniş katılımlı ve çoğulcu sokak gösterilerinde Filistin bayrağı yalnızca bir dayanışma sembolü değil, aynı zamanda sosyal kimliğin ve kolektif direnişin de ifadesiydi. O dönem, Filistin, Türkiye için farklı bir coğrafyanın trajedisi ya da seküler milliyetçi bir siyasi parti genel başkanının dediği gibi “Filistinli Arapların problemi” olarak değil; kendi varoluşsal mücadelesiyle paralel bir dava, evrensel bir insanlık sorunu ve ortak bir bilinç sahasıydı. Aradan geçen yıllar içinde bu hafıza, travmaların sürekli tekrar etmesiyle örselendi ve paradoksal biçimde duyarlılığı körelten bir “alışkanlık” etkisi doğurdu. Gazze’den gelen her yeni saldırı haberi, her yeni bombardıman görüntüsü, toplumda artık şaşırtıcı değil, ağır bir kanıksama hali içerisinde tekrar eden bir vaka olarak algılanmaya başlandı. Judith Butler’ın dediği gibi oldu aslında; yani sürekli travmaya maruz kalmanın getirdiği belleksel yorgunluk, bir noktadan sonra görme, anlamlandırma ve reaksiyon gösterme yetisini de zayıflattı. Bu belleksel yorgunluğun oluşmasındaki en dikkate değer etkenlerin başında da gündelik hayatın ağırlığı geliyor. Ekonomik kriz, enflasyonun yarattığı baskı, cemiyet hayatındaki yozlaşmanın ve çürümenin getirdiği sosyolojik çıkmazlar, işsizliğin uyandırdığı güvensizlik hali ve geleceğe dair belirsizlikler sebebiyle Türkiye’de geniş kitleler, gündelik hayatın acil sorunlarıyla baş etmeye çalışırken Filistin gibi küresel bir meseleye kolektif enerji ayırmakta zorlanıyor diyebilirim. Yani toplumsal duyarlılığın bireysel geçim ve varoluş süreçleriyle yarışamıyor olması, söz konusu dağınık ve etkisiz görüntünün önemli nedenlerinden biri hâline geliyor. Burada son derece politikleşen medyanın rolünün de göz ardı edilemeyeceğini ifade etmeliyim. Avrupa’daki ana akım basın, Filistin’e ilişkin haberleri manşetlerine taşırken ve bu mesele üzerinden hükümet politikalarını sorgularken Türkiye’de medyanın büyük kısmı bu konuyu oldukça yüzeysel biçimde işliyor ve siyasetin belirlediği kalıplarla sunuyor. Bu durum, toplumun da meseleyi derinlikli bir şekilde kavramasının önüne geçiyor elbette. Filistin’in, gündelik medyada çoğu zaman “anlık öfke” üreten bir haber başlığına indirgenmesi; toplum nezdinde kalıcı bir vicdani seferberliğe dönüşmesinin önünde dikkate değer engellerin birisi olarak çıkıyor karşımıza.
Filistin’de yaşanan soykırım ve dünyanın muhtelif yerlerinde vuku bulan trajedilere karşı gelişen toplumsal reaksiyonun anlamsal derinliğinde olan şey sadece bir dış politika olayına tepki gösteriyor olmak değildir. Toplumsal reaksiyon bilincinin, bireye, evrensel değerlere duyarlılık zemininde gelişen bir kitle hareketinin parçası olma farkındalığı sunmakla birlikte, aynı zamanda o bireye, kendi toplumunun değerlerini sorgulamak gibi etik bir eylemin parçası olma sorumluluğunu yüklemek gibi hayati ve insani bir mahiyeti vardır. Türkiye’de ise Filistin, bireylerin içsel öfkesini dışa vuramadığı, bu öfkeyi gündelik kaygılarla bastırdığı bir mesele olarak kaldığı için toplumsal hafızamız canlı ama yorgun; dünyaya olan duyarlılığımız ise hâlihazırda mevcut fakat pratiğe geçmeyen pasif bir kimliğe bürünüyor. Kısacası Türkiye’deki toplumsal düzlemde Filistin meselesi bir tür “alışılmış acı”ya dönüşmüş durumda. Bu acı, bireylerin vicdanında yerini koruyor ama kolektif eyleme dönüşemiyor. Sessizliğin toplumsal kaynağında işte bu yorgun belleğin ve ağır gündelik kaygıların birleşimi oldukça belirleyici. Hatırlayan ama harekete geçemeyen, hisseden ama örgütlenemeyen pasif bir toplum yapısından bahsediyorum.
Türkiye’de Filistin’e karşı kitlesel bir sessizliğin bir diğer önemli sebebi, bireylerin politik özne olmaktan giderek uzaklaşmasıdır. Toplumun geniş kesimlerinde siyasal bilinç, aktif bir eyleme yöneltmekten çok pasif bir izleme konumuna sıkışmış durumda. Sosyal medyanın gündelik ritmi de bu süreci daha hızlandırıyor. İnsanlar birkaç saatlik yoğun bir öfke seliyle Filistin’e dair içerikleri paylaşıyor, medya organlarından elde edilen fotoğrafları ve videoları birbirine gönderiyor ve içsel bir katarsizm yaşamak adına tepki gösteriyor. Fakat aynı hızla başka gündemlere yöneliyor; böylelikle öfke buharlaşıyor, söz konusu etik katarsizm yerini gündelik hayatın sıradan akışına bırakıyor. İşte bu davranışsal silsile, Filistin meselesinin Türkiye’de bireylerin, en azından çoğunluğu için bir vicdani yük olmaya devam ettiğini ama bu yükün kalıcı bir politik özneleşmeye dönüşmediğini göstermesi açısından oldukça önemli. Diğer taraftan, her ne kadar muhatap olunacak bir yanları olmasa da “bazı çocuklar ölmek için doğar” şeklinde Marinetti tarzı, savaşın kutsandığı fütürist bir yaklaşıma sahip fertlerin de toplumumuzda var olduğuna dair bir dipnot da düşmek zorundayım burada.
Hannah Arendt’in “kamusal alan” (public realm) teorisi tam bu noktada bizim için gayet aydınlatıcı mahiyette. Arendt’e göre kamusal alan, insanların bir araya gelip ortak meseleler üzerine düşündüğü, tartıştığı ve harekete geçtiği sahadır. Türkiye’de ise, bu mahiyetiyle kamusal alanın giderek daraldığını ve yerini, dijital mecraların hızlı, yaygın ama kısıtlı, “an” dan beslenen gelip geçiciliğine bıraktığını söyleyebiliriz. Bugünün bireyi için sosyal medya paylaşımları neredeyse kamusal bir eylem yerine geçiyor artık. Ancak bu dijital görünürlüğün gerçek bir politik katılım ürettiğini söylemek imkânsız. Aksine bireylerin vaka karşısında “seyircileşme”sine sebep oluyor. İnsanlar Filistin’de yaşananları izliyor, yorumluyor, paylaşıyor; ama bu “izleyicilik”ten kolektif bir eylem doğmuyor. Böylelikle de birey, sahici bir yurttaş, farkındalığı yüksek bir dünya vatandaşı olmaktan ziyade küresel bir trajedinin pasif seyircisi hâline geliyor. İşte tam bu noktada Judith Butler’ın “yas tutulabilir hayatlar” kavramını yeniden hatırlıyoruz. Türkiye’de bireyler, Filistinli çocukların ölümünü acıyla karşılıyor ancak bu acı çoğu zaman sosyal medya paylaşımlarının ötesine geçmiyor. Yas, içsel bir duygulanımda sıkışıp kalıyor, kamusal bir dayanışma pratiğine dönüşemiyor. Oysa Butler’ın işaret ettiği gibi, bir hayatı “yas tutulmaya değer” kılmak, o hayatı kendi varoluşumuzun bir parçası olarak görmeyi gerektirir. Türkiye’de bu bağ kuruluyor ama kalıcı bir evrensel sorumluluk duygusuna dönüşmediği için neticeye bağlanamadan, kollektif bir hal alamadan yarım kalıyor. Bu apolitikleşmenin altında yatan sebep yalnızca sosyal medya kültürünün duyarlılık ve evrensel sorumluluk farkındalığı üzerinde kurduğu hegemonya değil elbette. Aynı zamanda ağır bir kabullenmiş, iflah olmaz bir teslimiyet ve derin bir güven krizi de var. İnsanlar, seslerinin siyasette ya da toplumsal alanda bir karşılık bulmayacağına inandıkça, tepki vermenin boşuna olduğu duygusuna kapılıyor.
Noam Chomsky’nin bir uyarı niteliğinde temellendirdiği “seyirci demokrasisi” (spectator democracy) kavramı, Türkiye’de temaşa ettiğimiz toplumsal tabloya tam oturuyor. Zira demokrasi, yurttaşların yalnızca sandıkta değil, gündelik hayatta da aktif bir özne olmasıyla anlam kazanan bir yönetim formudur. Ancak Türkiye’de birey, siyasal aktörlerin sahnelediği oyunları izleyen bir seyirciye dönüşmüş durumda. Filistin meselesi karşısında da birey aynı role girmiş durumda. Öfke, yas, acı var; fakat sahneye çıkan, söz alan, ısrarcı bir yurttaşlık ve evrensel sorumluluk pratiği yok. Sonuçta ortaya çıkan sosyolojik tabloysa, duyarlı ama edilgen, öfkeli ama hareketsiz, bilgili ama sessiz bir kitle profili. İşte bu profil, toplumsal sessizliğin en önemli halkasını oluşturur. Türkiye’de Filistin meselesi, tam da bu yüzden vicdanlı bireylerin zihninde derin bir yara olarak yaşanırken kamusal alanda yankısı düşük kalıyor.
Siyaset, Türkiye’de Filistin meselesine verilen sınırlı tepkinin en kritik boyutlarından birisi olarak karşımızda duruyor. Çünkü toplumların duyarlılıklarını besleyen ya da körelten başat aktörlerden birisi de siyasal dilin bizzat kendisidir. Bugün Türkiye’de iktidar, diğer dünya hükümetlerine kıyasla Filistin’deki trajediyi uluslararası kamuoyunda en sert şekilde dile getiren, bu trajediyi sonlandırmak için önemli girişimlerde bulunan, politikalar üretmeye çalışan ve mazlum Filistin halkının yanında olduğunu her yerde ifade eden yönetimlerden birisi olarak dikkat çekiyor. İsrail ile devam ettirilen, zorunlu alanlar dahilinde belki de ettirilmesi gereken diplomatik kanallar ve yürütülen sınırlı ticari faaliyetlerin boyutunu ve çerçevesini buradaki tartışma zemininden ayrı tutuyorum. Meselenin uluslararası dinamikler ve ticari süreçleri ilgilendiren reel politik ciheti başka bir tartışma boyutu çünkü. Fakat yönetimsel seviyede tanık olduğumuz görünürdeki bu sert ve reaksiyonel retorik, toplum pratiğinde, muayyen bir politik kanadın mensupları haricinde kitlesel ve toplumsal bir eylemsel organizasyona dönüşmüş değil. Dünya toplumları nezdinde Filistin’e en çok sahip çıkması ve toplumsal reaksiyonun geniş düşünce kesimlerine en kuvvetli şekilde yayılması beklenen Türk toplumunda, Filistin siyasetini reaksiyonel ve organize bir şekilde sahiplenen kesimin büyük çoğunlukla siyasal İslamcı ideolojiyi benimsemiş sosyo-politik kesim olduğunu gözlemliyoruz. Elbette bu sosyo-politik cenahın Filistin için gösterdiği duyarlılık, Gazze’de yaşanan soykırımın Türkiye gündeminde kalması ve bu mezâlimin görünür kılınması açısından oldukça önemli. Fakat bu zümrenin, evrensel ve kümülatif duyarlılığı hâiz olması gereken Filistin meselesindeki müstakilleşmelerinde, yalnızlaşmalarında ve tekelleşmelerinde, toplumun geri kalan kesimini yakından ilgilendiren bir problem var. Çünkü siyasal İslamcı kesimin, bilinçli olduğuna kanaat getirdiğim yalnızlığı, edilgen olmaktan ziyade bizzat etken bir motivasyonun neticesi olduğuna inanıyorum. Ve bu müstakilleşmenin altında yatan motivasyonel, aksiyonel ve reaksiyonel etken, etkisini kabul etmekle birlikte sadece yukarıda değinmeye çalıştığım sosyal ve ekonomik bazlı toplumsal bilinçte gördüğümüz odak dağınıklığı ve farkındalık eksiklikleri ile ilgili olmadığı kanaatindeyim. Kolektif olması gereken reaksiyonel motivasyonun Türkiye’de oluşturulamamasının önemli sebeplerinden birisi de Filistin siyasetinin Türkiye’de belli bir ideolojiye hapsedilmesi, belli bir düşünce tarzının tekelinde, ideolojik bir boyutta sıkıştırılmasıdır. Siyasal İslam, toplumun daha çok seküler ve ulusal mahiyetteki diğer kesimlerinin Gazze’ye olan görece kayıtsızlığını, soykırıma uğrayan kitlenin “Müslüman” bir toplum olmalarına yorarken ve bu argümana yaslanarak onları “kayıtsız olmakla” itham edip suçlayıcı bir üslup benimserken acaba, Gazze halkının dini mensubiyetiyle birlikte, özellikle Gazze şeridini 2007’den itibaren fiilen yöneten ve Müslüman Kardeşler’in bir şubesi olan Hamas’ın temsil ettiği ideolojik ve politik duruş, siyasal İslam’a Filistin konusunda müstakilleşmelerinde ve bilinçli yalnızlığı tercih etmelerinde duygusal bir motivasyon sağlıyor olabilir mi? Özellikle 2007’de Hamas’ın Gazze’de iktidara gelmesiyle birlikte Türk düşünce yelpazesi içerisinde belirleyici bir yeri olduğunu kabul etmemiz gereken siyasal İslam’ın, Filistin direniş siyasetini, Abraham Harold Maslow’un psikoloji alanına kazandırdığı kavramla ifade edecek olursam “kendini gerçekleştirme” (self-actualization) sürecinde varoluşsal bir araçsallaştırmayla edindiği fikrini öne sürmek yanlış bir yorum olur mu?
Şunun altını dikkatle çiziyorum: Soykırıma uğratılan bir toplumun dini, dili ve etnik kimliği söz konusu değildir. Tıpkı Doğu Türkistan’da Çin yönetimi tarafından sessiz soykırıma uğratılan Uygur halkının da öncül kimliğinin Türk değil, insan olduğu gerçeği gibi. Fakat Filistin özelinde, tüm düşünce zümrelerini toparlayan ve birbirinden farklı politik görüş mensuplarını kapsayan bir konsensüsle bu işgal ve soykırıma karşı bütüncül bir toplumsal reaksiyona ulaşamamamızın bir sebebini de söz konusu mezalimi sahiplenme yönteminde bizzat siyasal İslamcı ideolojinin kendisine has literatür, jargon ve sembollerle bezenmiş reaksiyoner söyleminin sınırlayıcı ve ötekileştirici keskinliğinde de aramak gerektiğine inanıyorum. Çünkü, bu tarz sergilenen reaksiyon şekli, evrensel duyarlılığı gerektiren Filistin meselesini, siyasal düzlemde teokratik bir yaklaşımla İslamlaştırdığı kanaatindeyim. Ve dahası bizzat bu ideolojik cenahın, mevcut iktidar partisiyle olan yakın temasının, toplumun diğer kesiminde, “Filistin meselesi ile iktidar partisinin varoluşsallığı arasındaki özdeşliğe” dayalı organik bağ algısına sebep olduğunu da ifade etmek zorundayım. Yani toplumumuzun, tıpkı Batı’da olduğu gibi kolektif ve bütüncül bir şekilde Filistin’e dair gösteremediği duyarlılığın altında, Filistin’e ve Gazze’ye dair geliştirecek bir söylemin, iktidar partisinin yanında saf tutmak gibi algı uyandıracağına yönelik son derece yanlış bir bilinçaltının olduğuna dikkat çekmek istiyorum. Bu yüzden Türkiye özelinde, Filistin siyasetinin geniş toplumlarca sahiplenilmesinin önündeki engellerden birisinin de Filistin mücadelesini, kendisi için varoluşsal bir doktrin olarak edinen siyasal İslamcı ideolojinin tekelleşen, salt ideolojik bir motivasyonla sahiplenici, müstakilleştirici ve bu yüzden dışa değil, içe dönük geliştirdiği politik söylemi olduğunu düşünüyorum.
Genel dünya konjonktürüne riayet ederek gittikçe sekülerleşen İslam dünyasındaki ontolojik meşruiyetini yitirmeye başlayan (kimilerine göre çoktan yitiren) siyasal İslam’ın Filistin bahsinde sergilediği bu müstakilleşme ve tekelleşme politikasının, toplumun diğer çevreleri nezdinde uyandırdığı psikolojik tepkinin haklılık payı var mı? Asla yok.
Türkiye’de Filistin konusunda yaşanan kolektif sessizliğin yalnızca siyasal İslamcı söylemin bilinçli yalnızlığıyla pekiştirilmiş politik sahiplenici üslubuna bağlarsam, bu oldukça indirgemeci bir yaklaşım olacak. Zira toplumun geniş bir kesiminin, hükümetin Filistin’e destek vermesini gerekçe göstererek bu meselede bilinçli bir suskunluk geliştirdiğini gözlemlediğimi de açıkça ifade etmeliyim. Hatta bu duruşun, basit bir politik mesafe koyma tavrı olmadığını, adeta bireysel vicdanını iktidar karşıtlığına ipotek etme hâli olduğunun da altını çizmem gerekiyor. Filistin duyarlılığı meselesinin, bu yazının asıl konusu olan toplumsal karşılığını irdelemek başka bir mesele, hükümetin Filistin konusundaki tavrının sahihliğini ya da politikliğini tartışmak bambaşka bir meseledir. Benim buradaki derdim reel-politikteki praksislerin gündem etmek değil; toplumsal kolektif bilincin Filistin karşısındaki konumunu tartışmaktır. Hükümetin, samimi olsun ya da olmasın Filistin için sesini yükseltmesinin, bir taraf olarak uluslararası camiada boy göstermesinin, muhalif kesimler tarafından salt “otoriter iktidarın propagandası” gibi algılayarak bilinçli bir sessizliği tercih etmesi evvela evrensel insani bir dramı, dar bir iç siyaset hesabının gölgesine hapsetmek anlamına gelir ve evrensel bir duyarlılığın inkârı olur. Judith Butler’ın üzerinde durduğumuz “yas tutulabilir hayatlar” kavramını tam burada yeniden hatırlıyoruz. Butler’in işaret ettiği üzere, hayatların grievable yani “yas tutulmaya değer” olup olmamasını belirleyen şey siyasal tercihler değil, sadece insan olmanın çıplak hakikati olmalıdır. Ancak Türkiye’de muhalif pozisyonlarını konsolide etmek adına Filistin halkının dramını görmezden gelen bu sosyo-politik kesim, farkında olmadan muhalif oldukları siyasal İslamcı söylemle, Filistin’in “araçsallaştırılması” temelinde aynı sonuca hizmet ettiklerinin ve Filistin meselesinin evrensel bir vicdan zemini olmaktan çıkarılmasına katkı sağladıklarının farkına varmaları gerek. Bu yüzden, hükümete, muhalefet refleksiyle Filistin için ses çıkarmayanların tavrı, yalnızca bir politik suskunluk değil, kolektif vicdanın altını oyan ahlaki bir körleşme olarak da okunmalıdır.
Türkiye’deki Filistin’in unutulmamış ama derinlemesine hatırlanmayan, vicdanlarda yer eden ama hayatın akışına yön vermeyen bir hafızaya dönüşmüş bu pasif durumu göz önünde bulundurduğumuzda, İsrailli tarihçi İlan Pappé’nin The Ethnic Cleansing of Palestine adlı kitabında İsrail’in tarihini ve tarihsel meşruiyet dinamiklerini tartışırken kullandığı “hafızanın yok edilmesi” (memoricide) kavramının, Türkiye ve Türk toplumu için de ziyadesiyle öğretici ve uyarıcı bir mahiyette olduğu kanısındayım. İsrail’in en büyük yayın organlarından bir olan Haaretz gazetesinde, Filistin topraklarının işgal politikalarına yönelik muhalif yazılarıyla bilinen İsrailli gazeteci Gideon Levy’nin çarpıcı ifadesiyle: “Filistin’in unutulması, İsrail’in sistematik politikasıdır; ama asıl trajedi, dünyanın bu bilinçli unutma haline izin vermesidir.” Türkiye’nin tavrı, belki aktif bir unutuş değil ama pasif bir izin veriştir. Bugün gelinen noktada tarihsel sorumluluk ile güncel tepkisizlik arasındaki uçurum belirginleşiyor ve Türk toplumu, bir zamanlar Filistin’i evrensel insanîlik (humanity) mücadelesinin aynası olarak görürken şimdi daha çok “bir başkasının dramı” olarak algılıyor. Bu dönüşüm, sessizliği besleyen tarihsel kopukluğun somut bir göstergesidir aynı zamanda. Çünkü sorumluluk aktarılmadıkça, bellek yalnızca anlık tepkiler üretir; kalıcı dayanışma pratikleri doğuramaz.
Türkiye’nin Filistin’deki zulüm ve soykırıma olan kolektif sessizliği, yalnızca bilinçsel bir eksiklik ya da kayıtsızlık olarak değil, bir aynalama aracı olarak okunmalıdır. Çünkü toplumun geneline sirayet edemeyen kolektif reaksiyonel tavır, toplumun kendi iç gerilimlerini, siyasal alanın kısır döngülerini ve entelektüel dünyanın geri çekilişini görünür kılar. Türk toplumu, bugün Avrupa’da ve Amerika’da, hükümetlerin göz ardı edici, sansürleyici hatta soykırımı destekleyen politikalarına rağmen kitlesel ve bütüncül halk hareketlerinin sergilediği direncin meydanlarda yankılanan sesleri, aslında Türkiye’den de yankılatabilecek potansiyele elbette sahiptir; ancak bu potansiyel maalesef belleksel yorgunluklar, politik zeminin öznesi değil nesnesi olma durumları, potansiyel korkular, ideolojik sahiplenmeler ve bireysel edilgenlikler yüzünden bastırılır bir vaziyettedir. Buradan çıkarılacak ders açık: Filistin’e sahip çıkmak, iktidara angaje olmak anlamına gelmez; sessiz kalmak da muhalif bir tavır değildir. Filistin ile birlikte dünya üzerinde zulüm ve gadre maruz bütün masum toplumlar, yerel siyasetin üstünde bir muamelede bulunmayı ve üst bir irade ortaya koymayı gerekli kılar. Türk toplumu, vicdanını bu tarz ikilemlerin ötesinde kurmak zorundadır. Sessizliği bozmak ve iradeleri bağlayan prangaları kırmak, yalnızca Filistin için değil; evrensel bağlamda dünyanın her yerinde zulme uğrayan masumların yanında olmak, yerel bağlamdaysa toplumumuzun kolektif vicdanını diri tutmak her şeyden önce evrenselliğin ve insâniliğin bir gereğidir.