Donald Trump’ın ikinci başkanlık döneminde ülkemizi ve bölgemizi neler bekliyor?
Son yıllarda Amerika Birleşik Devletleri’nde sağ politikada belirgin bir değişim yaşanıyor. Geleneksel muhafazakâr değerleri savunan klasik Cumhuriyetçi Parti çizgisinin ötesine geçen bu yeni siyasi akım, bazı uzmanlar tarafından “alternatif sağ,” bazıları tarafından ise “yeni sağ” olarak adlandırılıyor. Önümüzdeki dört yıl ve sonrasında, özellikle karar vericiler başta olmak üzere herkes için bu hareketi anlamak büyük önem taşıyacak.
Öncelikle, “Yeni Amerikan Sağı”nın ne kadar yeni olduğu tartışmalı bir konu. Tarihin bir cilvesi olarak, Donald Trump’ın “Önce Amerika” (America First) sloganı aslında ona ait değildir. 1930’lu yıllarda Amerikan sağı, daha izolasyonist bir politika benimsemişti. ABD’nin Avrupa’daki çatışmalara müdahil olmasını eleştirenler, “Önce Amerika Komitesi” adlı bir dernek kurmuştu. Pearl Harbor Baskını’ndan sonra kendini fesheden bu dernek, 1941’e kadar Hitler’le barış yapılmasını savunuyor ve İngiltere’ye yardım etmenin savaşı uzatacağını öne sürüyordu.
Yeni Amerikan Sağı’nı tartışırken iki önemli soru ortaya çıkıyor. Birincisi, Donald Trump’ın birinci dönem başkanlığı sırasında yaptıkları ortadayken yeni şeyler söylemek ne kadar mümkün? İkincisi, Yeni Amerikan Sağı’nı net bir şekilde tanımlamak mümkün mü?
İlk sorunun yanıtı, evet. Her ne kadar Donald Trump, 2016’da kendini “müesses nizama karşı” bir aday olarak konumlandırsa da sansasyonel yönünü bir kenara bıraktığımızda, büyük ölçüde standart bir Cumhuriyetçi başkan gibi ülkeyi yönetti. Başkan Yardımcılığına, Washington’daki sistemi iyi bilen Mike Pence’i seçti ve yönetim kadrosunda genellikle partinin önde gelen isimlerinin önerdiği adaylara yer verdi. Birinci başkanlık döneminde bakan olarak atadığı isimlerin çoğu uzun yıllardır Cumhuriyetçi Parti’de görev almış ve bakan olduğu konularda da iyi kötü tecrübesi olan isimlerdi. Politika açısından da Cumhuriyetçi Parti’nin geleneksel çizgisini büyük ölçüde takip etti: zenginlere ve büyük şirketlere yönelik vergi indirimleri yaptı, deregülasyon politikalarını benimsedi. Evet, sosyal medyayı aktif olarak kullandı; evet, zaman zaman medyayla sert çatışmalara girdi. Ancak ana akım medyanın Trump’a yönelik eleştirileri, çoğunlukla onun politikalarından değil, üslubundan kaynaklanıyordu. Örneğin MSNBC hariç Amerikan ana akım medya kuruluşları, Trump’ın sabahın erken saatlerinde Twitter üzerinden insanlara veya çeşitli etnik gruplara yönelik çıkışlarını sıkça eleştirdi. Ancak pandemiye kadar kimse ona “neden kodamanlara 1,5 trilyon dolarlık vergi indirimi yapıp bütçe açığını büyütüyorsun?” diye politik bazda bir itirazda bulunmadı. Ancak ikinci dönemde “zincirlerinden kopmuş” bir Donald Trump görüyoruz. Birinci dönemde olduğu gibi parti merkezinin onu amiyane tabirle pışpışlayıp kendi işine baktığı bir durum artık söz konusu değil. Joe Biden’ın başkanlığı döneminde Trump, Kongre önseçimlerinde kendisine şahsen sadık isimleri destekledi ve Cumhuriyetçi Parti içindeki etkisini daha da pekiştirdi. Üstelik, gelini Lara Trump’ı Cumhuriyetçi Parti’nin başkan yardımcılığına getirerek parti içindeki hakimiyetini daha da güçlendirdi. Dolayısıyla, bugün Trump, Cumhuriyetçi Parti içinde müesses nizama karşı bir figür değil; aksine, nizamın bizzat kendisi haline gelmiş durumda.
İkinci soru, biz Türkler için maalesef eski, Amerikalılar içinse yeni bir tecrübe. Dwight D. Eisenhower’ı ve Donald Trump’ı bir yana koyarsak, son 100 yılda Amerikan başkanlarının tamamı ya senatörlükten ya da valilikten gelmiştir. Bu liderlerin geçmişte verdikleri oylar, onayladıkları veya veto ettikleri kararlar vardır. Başkanlık kampanyaları sırasında izleyecekleri politikaları önceden açıklarlar. Bu politikalar kamuoyunda tartışılır ve bu planları yazan, genellikle düşünce kuruluşlarında çalışan birileri bulunur. Bu yazan kişiler, seçimlerden sonra bakan yardımcısı, danışman ya da başka görevlerde yeni yönetimde yer edinir ve yazdıkları politikaları uygulama fırsatı bulurlar. Ancak Türkiye’de durum farklıdır. Burada, önce hükümet bir karar alır, biz sosyal medyada bu kararı tartışırız ve televizyondaki “oklavalı analistler” bu karara gerekçeler üretir. Çoğu zaman da iktidarın bu politikayı neden güttüğünü veya hangi hedefe varmak istediğini resmi bir kaynaktan öğrenmeyiz. Bunun yerine, hükümete yakın gazetecilerden veya internet trollerinden duyduğumuz yorumlar, tartışmaların ana kaynağını oluşturur.
Donald Trump ve genel olarak Amerikan Sağı’nın hedefleri, net bir şekilde belirlenmiş gibi görünmüyor. Dolayısıyla “Donald Trump’ın planı şu”, “Donald Trump aslında şunu hedeflemek istiyor” gibi yorumlara karşı her zaman şüpheyle yaklaşmak lazım. En basit örneklerden biri, içinde bulunduğumuz haftada Trump’ın Kanada ve Meksika’ya uygulanan gümrük vergileri hakkında üç defa karar değiştirmesi. Gümrük vergilerini her indirdiğinde veya kaldırdığında, Trump’a yakın isimler Fox News’te onun ne kadar büyük bir dahi olduğunu anlattılar. İşin ilginç yanı, her televizyona çıkan farklı bir hikâye sundu: “haksız ticaret anlaşmalarıyla Amerika’yı sömüren Kanada ve Meksika’yla daha iyi bir anlaşma yapmak istiyor” diyen de oldu. Ancak mevcut ticaret anlaşmasını (USMCA) imzalayan ve bunu “Amerikan tarihinin en iyi ticaret anlaşması” olarak adlandıran da Donald Trump’ın kendisiydi. Eğer amaç Kanada’yı 51. eyalet olmaya zorlamak ise, hangi ülke %25 gümrük vergisi geldi diye bağımsızlığından vazgeçer? Eğer amaç Amerika’nın yerli imalat sektörünü güçlendirmekse, gümrük vergilerinin ötesinde, liman ve demiryolları yatırımları, organize sanayi bölgeleri veya mesleki eğitimde reform gibi adımların duyulması gerekirdi, ancak o da yok. Ancak, ne olursa olsun, ortada resmi bir açıklama yok. Trump’a yakın isimlerin her biri kendi perspektiflerinden açıklamalarda bulunuyorlar.
Ya da Ukrayna konusunda bu kadar Rusya yanlısı bir söylem benimsemekteki niyet, Ukrayna’ya olan yardım yükünü (ki ne kadar yük o da tartışılır) Avrupa ülkelerine atmaksa, neden Başkan Yardımcısı JD Vance televizyonda Ukrayna’ya asker göndermeyi düşünen Birleşik Krallık ve Fransa’yla dalga geçiyor ve Almanya’nın tekrar silahlanmasına karşı olan AfD’nin amigoluğunu yapıyor. Amaç Avrupa ülkelerinin savunma harcamalarını artırmaya teşvik etmekse GSYİH’sinin %4,7’sini harcayan Polonya’nın Cumhurbaşkanı Duda, neden Beyaz Saray’da Trump’la görüşmek için 1,5 saat bekledi? Amaç, Çin’e karşı Rusya’yı Amerikan tarafına çekip “ters Nixon” yapmaksa, koca ABD’de Nixon’ın Çin-Sovyet Ayrılığı’nı yaratan değil, kullanan adam olduğunu kimse bilmiyor mu?
Ya da “yeni dönemde ABD, dünyayı ABD, Rusya ve Çin arasında üç nüfuz bölgesine ayırmak istiyor” diye yorumda bulunabiliriz. Ancak bu yoruma dair de elimizde somut bir dayanak yoktur, “olsa olsa bunu hedefliyorlardır”ın ötesine pek geçemeyiz. Bununla birlikte, Trump’ın ikinci döneminde küresel siyasette yaşanan gelişmeler, büyük güçlerin nüfuz alanlarını yeniden şekillendirme çabalarını açıkça göstermektedir.
Burada Donald Trump’ın şahsını ve etrafındakileri ayırarak incelemek doğru bir yöntem olabilir. Donald Trump’ın açıklamalarına ve eylemlerine baktığımızda, Donald Trump’ın tek ideolojisi, Donald Trump’ın kendisi. Bu durum, Donald Trump’ın hem destekçileri hem de eleştirmenleri açısından çoğu zaman görmezden gelinen bir durum. Mesela, Donald Trump’a sıkça yöneltilen eleştirilerden biri, kendisinin beyaz üstünlükçü bir ırkçı olduğu yönündedir. Acaba şu senaryo gerçekçi mi? Saat 03:00 ve Melania Trump, Beyaz Saray’da gece uyanıyor, bir bakıyor ki yanında Donald Trump yok. Mutfağa gittiğinde, Donald Trump’ın üst üste beşinci sigarasını yaktığını görüyor. Donald Trump, Melenia’ya bakıp “aşkım, aklıma beyaz ırkın refahı geldi” ya da “Pensilvanya’daki çelik işçileri acaba ne yapıyordur diye düşünmekten gözüme uyku girmedi” dediğini düşünebiliyor musunuz? Dilinden düşürmediği Çin konusunda bile kızı Ivanka Trump’ın giyim markasına Çin hükümetinin izin vermesi ile Çin telekom devi ZTE’ye olan yaptırımları kaldırması arasında 3 gün vardı.
Donald Trump’ın konuşmalarına veya röportajlarına baktığımızda, kendisinin imza attığı her şey fantastiktir, muhteşemdir; karşı çıktığı her şey korkunçtur ve felakettir ve sürekli birileri kendisine “Bay Trump/Başkan Trump, muhteşemsinizdir” der. Bütün ömrü boyunca babasının kurduğu şirket dışında bir yerde çalışmayan ve babasından da günümüzün parasıyla 500 milyon dolar miras kalan için normal sayılabilecek davranışlar. Bu övülme isteğini, birinci döneminde diğer devletler de Trump’a karşı kullanmıştır. Bunun en güzel örneği, yukarıda da değindiğimiz USMCA örneğidir. Özünde, USMCA ile yerini aldığı NAFTA hemen hemen aynı anlaşmadır. Ancak araya, Kanada ve Meksika’nın döviz kurlarını manipüle etmeme taahhüdü gibi tuhaf maddeler eklenmiştir. Tuhaftır, çünkü kur manipülasyonu iddiası, dalgalı kur rejimiyle yönetilen Kanada için değil, sermaye hareketlerinin kontrollü olduğu Çin için yapılmaktadır. Yani Kanadalılar, Trump’a fiilen bir şey vermeyerek ama vermiş gibi davranarak durumu idare etmiştir. Bu kadar “ekmeğinin peşinde” olan birisinin ABD Başkanı olması Türkiye için hem bir fırsat hem de bir tehdit. Kendi çıkarından başka bir şey düşünmeyen bir insanı sizin ikna etmeniz kolay olduğu gibi rakiplerinizin de ikna etmesi aynı derecede kolaydır.
Donald Trump’ın bir başka özelliği ise neredeyse Sosyal Darwinizm seviyesine varan empati ve merhamet eksikliğidir. Bunun yansıması olarak güçlü olarak algıladığı liderlere ve devletlere karşı daha uysal davranırken zayıf gördüğü devletler ve liderler karşısında daha sert bir tutum sergilemesidir. Bu açıdan geçmiş konuşmalarına bakarsak Türkiye’nin biraz daha şanslı olabileceğini söyleyebiliriz. Donald Trump’ın Vladimir Putin’e duyduğu sevgi de kısmen buradan kaynaklanıyor. Medyayla ve kongreyle uğraşmadığı, aynı babasının şirketinde olduğu gibi her dediğinin emir olarak uygulandığı bir senaryo, Donald Trump’ın daha konforlu hissettiği bir durumdur.
Bunun bir yansıması olarak Donald Trump, başta NATO olmak üzere ABD’nin İkinci Dünya Savaşı sonrası kurduğu uzun vadeli ittifakları bir mafya babasının bakış açısıyla değerlendirerek bu ittifakları bir tür “koruma” sistemine dönüştürmeyi hedefliyor. Yani, Avrupa ülkeleri veya Japonya ABD’ye “haraçlarını ödemezse” onları korumaya gerek olmadığını savunuyor. Bu bağlamda, savunma harcamaları GSYİH’sının %2’sinin altında olan Türkiye de hedef tahtasına oturabilir.
Donald Trump’ın bu iki özelliği en çok Ukrayna meselesinde belirginleşmektedir. Trump’ın Ukrayna ve Zelenski’ye yönelik hasmane tutumunun kişisel sebepleri de vardır. Nitekim, Trump’ın ilk azil süreci, Zelenski’ye “bana Biden hakkında kullanabileceğim bir materyal vermezsen askeri yardımı durdururum” demesiyle başlamıştı. Günümüzde ise nadir dünya elementlerine olan takıntısı, adeta 18. yüzyıldan kalma bir doğal kaynaklara el koyma hevesini andırmakta. Trump’ın dünyaya bakışında devletler ikiye ayrılır: büyük devletler ve küçük devletler. Ona göre, büyük devletler istediklerini yapar, küçük devletler ise kendilerine biçilen acıları çekmek zorundadır. Savaş sona erdikten sonra ABD, Ukrayna’dan maden imtiyazı talep etse, Ukrayna bunu vermeyecek miydi? Ancak her meseleyi kısa vadeli al-ver mantığıyla ele alan, küresel düzeyde derinlemesine bir bakış açısına sahip olmayan bir lider iş başına geldiğinde, işte yaşananlar da kaçınılmaz hale geliyor.
Donald Trump’ın etrafına baktığımızda da aynı Sosyal Darwinist eğilimleri görüyoruz. Ancak Donald Trump’ın aksine etrafındakilerin biraz daha ideolojik olduğunu söyleyebiliriz. Tabi burada en öne çıkan isim Elon Musk olsa da gözden kaçan bir isim Silikon Vadisi’nin büyük yatırımcılarından ve yine Güney Afrikalı bir beyaz olan Peter Thiel.
2000’lerdeki teknoloji balonunun patlamasından sonra, “PayPal Mafyası” olarak bilinen ve günümüzde pek çok sivil ve askeri dijital platformun kurucusu veya erken dönem yatırımcısı olan yeni bir girişimci nesli ortaya çıktı. Bu grubun liderlerinden birisi olarak öne çıkan Peter Thiel, uzun süredir siyasete ilgi duyuyor olsa da özellikle 2010’lardan itibaren etkisini giderek artırdı. Kendisini muhafazakâr liberteryen olarak tanımlayan Thiel’e göre, demokrasi ve özgürlük aynı anda var olamaz ve çeşitlilik bir mittir. 2016 başkanlık seçimlerinde Donald Trump’ı destekleyen Thiel’in siyasetteki etkisine en iyi örneklerden biri, JD Vance’in başkan yardımcısı seçilmesidir. 2017’de yatırım firmasında JD Vance’i işe alan Thiel, Vance’in 2019’da Ohio’ya dönerek kendi yatırım şirketini kurmasına da destek oldu. Vance, siyasete atılıp 2022’de Ohio’dan senatör seçilebilmek için Cumhuriyetçi Parti’den aday olduğunda, Thiel onun önseçim kampanyasına 15 milyon dolar bağışlayarak seçimleri kazanmasını sağladı. Bununla da kalmayarak, Silikon Vadisi’ndeki diğer güçlü yatırımcıları da Vance’in kampanyasına destek vermeye yönlendirdi. Her ne kadar Donald Trump’ın JD Vance’i başkan yardımcısı olarak seçme nedeni, Ohio gibi kritik bir eyaleti kazanmak gibi görünse de Thiel’in 2024 seçimlerinde Trump’a desteğinin karşılığı olarak Vance’in bu göreve getirilmesi, herkesin bildiği bir sır olarak değerlendirilmektedir.
Peter Thiel ve Elon Musk’ın geçmişe dayanan, karmaşık bir ilişkisi var. Musk gibi madencilik sektöründe faaliyet gösteren bir ailenin çocuğu olan Thiel ile Musk’ın yolları PayPal’in kurulma sürecinde kesişti ve şirketi beraber kurdular. Sonrasında yatırımcıların Musk’ı teknoloji geliştirme konusunda bir deha ancak bunu kâra dönüştürme konusunda yetersiz görmeleri nedeniyle, onu şirketten uzaklaştıran isim Thiel oldu. Buna rağmen ikili, yıllar içinde birbirlerinin yatırımlarına ortak olmaya devam etti. Zaman zaman kamuoyunda birbirleri hakkında “dolandırıcı” ve “psikopat” gibi ağır ifadeler kullansalar da bağlarını tamamen koparmadılar. Hatta kamuoyuna yansıyan en büyük tartışmalarından biri, 2016’da Thiel’in Donald Trump’a destek açıklamasının ardından Musk’ın ona sert tepki göstermesiyle yaşandı.
Ancak aralarındaki ilişki gerçekte ne olursa olsun ister “PayPal Mafyası” ister “Afrikaner Lobisi” deyin yeni dönemde Beyaz Saray’ı domine eden güç onlar. Ukrayna Savaşı konusunda “aramızda büyük bir okyanus var” diyen Donald Trump’ın neredeyse her hafta Güney Afrika’daki beyaz çiftçiler hakkında beyanatta bulunması tesadüf değil. Her ne kadar Türkiye ile Elon Musk arasında çeşitli temaslar olsa da Türkiye için Peter Thiel de önemli bir lobi hedefi olmalı.
Trump yönetiminin poster çocuğu ve hatta kimilerine göre eşbaşkan olan Elon Musk’ın kişisel hikayesi daha da enteresan. Elon Musk’ın dedesi Joshua Haldeman 1930’lu yıllarında “Technocracy Derneği”nin Kanada ayağının önemli isimlerinden. ABD merkezli bu grup, ekonomik ve sosyal sorunların siyasetçiler yerine mühendisler, bilim insanları ve teknik uzmanlar tarafından yönetilmesi gerektiğine inanıyordu. Para ve piyasa ekonomisi yerine enerji bazlı bir ekonomi sistemi (energetics) öneriyorlardı. Onlara göre, verimlilik ve teknolojik ilerleme sayesinde kaynaklar adil şekilde dağıtılabilir ve toplumsal refah artırılabilirdi. Ancak demokratik sistemleri gereksiz gördükleri için eleştirildiler ve hiçbir zaman büyük bir siyasi etki yaratamadılar. Bu grubun bir enteresan projesi de Kanada ve Grönland’ı ABD ile birleştirmekti. Elon Musk’ın çocuklarına X Æ A-Xii gibi tuhaf isimler vermesi de yine o geleneğe gönderme. ABD’nin ve Kanada’nın İkinci Dünya Savaşı’na girmesiyle Kanada hükümeti teknokratları Almanların hesabına çalıştıkları iddiasıyla tutuklar ve Elon Musk’ın dedesi düşüncelerini daha rahat yaşayabilecekleri inancıyla Güney Afrika’ya kaçar. Haldeman’in kendi ifadesiyle Güney Afrika “uluslararası Yahudi bankerlerin ve onların güttüğü renkli sürülere karşı beyaz Hristiyan medeniyeti”ni temsil ediyordu. Elon Musk’ın babası Errol Musk’ın verdiği bir röportaja göre kendisi “Güney Afrika’da siyahların da oy hakkı aşama aşama olsun ama beyazların meclisi ayrı siyahların meclisi ayrı olsun” dediği için kayınpederi tarafından fazla solcu bulunmuş ve aile toplantılarda tartışmalar yaşanmış. Gidişata bakılırsa armut dibine düşmüş ve bu kan yine o kanmış.
Elon Musk’ın bir diğer dikkat çekici özelliği, sosyal medyayı aktif bir şekilde kullanması. Geleneksel medyaya Trump gibi şüpheyle yaklaşan Musk’ın bilgi kaynakları da oldukça ilginç. Örneğin, kendi tasarladığı Rusya-Ukrayna Barış Planı’nı anlatırken, “Kırım, 1783’ten beri Rus toprağıydı, ta ki Kruşçev’in hatasıyla Ukrayna’ya bağlanana kadar” ifadesini kullandı. Musk’ın büyük büyük dedeleri Kanada’ya göçmeden önce Beyaz Ordu saflarında savaşan bir Rus milliyetçisi değilse, bu tabir fazlasıyla ilginç. Güney Afrika kökenli bir Amerikan vatandaşı neden Kırım’ın 1954’te Ukrayna’ya bağlanmasını “Kruşçev’in hatası” olarak tanımlar, takip ettiği veya dinlediği isimler Rus trol hesapları değilse.
Burada statükoyu eleştirmenin dayanılmaz hafifliği de devreye giriyor. Ana akım medya kuruluşlarını, İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan “Atlantikçi sistemi” ya da genel olarak statükoyu eleştirmek kolaydır. Ancak statükonun var olmasının bir sebebi de vardır. Evet, CNN 1 Haziran 1980’deki kuruluşundan bu yana sayısız habercilik skandalına imza atmıştır. Ancak CNN’i eleştirip “televizyon yerine rastgele Twitter hesaplarına güvenelim” demek bir çözüm değildir. Benzer şekilde, İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan düzeni ve ittifakları eleştirmek de doğaldır. Avrupa ülkelerinin uzun yıllardır ulusal savunmalarına az bütçe ayırdığı ve ABD’nin Avrupa’nın güvenliğinin en büyük garantörü olduğu doğrudur. Ancak Hollanda’nın refah devleti olmasının sebebi, JD Vance ya da Elon Musk’ın iddia ettiği gibi, savunma harcamalarının GSYİH’nın %2’si yerine %1,5’u olması değildir. Asıl mesele, Avrupa’daki vatanseverlik duygusunun zayıflaması ve kıtanın parçalı devlet yapısıdır. Bunun çözümü ise Avrupa ülkelerinin savunma sanayilerinde daha fazla iş birliği yaparak resmî olmasa da fiilen bir Avrupa Ordusu kurmalarıdır. Ancak eğer Amerika kendi kıtasına çekilecekse, müttefikleri neden hâlâ onu dinlesin? Size “dayı” diyenlere siz “yeğenim” demezseniz, kimse size “ağa” demez. Güç sahibi olmak, biraz da fedakârlık gerektirir. Avrupa’nın bu durumda olması aslında ABD’nin işine gelmektedir. Aynı durum Pasifik için de geçerli. Trump, “Bu ABD-Japonya Antlaşması’nı kim hazırladı, neden Japonya’yı koruyoruz?” diye söylenirken, Japonya neden nükleer silah geliştirmeyi düşünmesin? Ya da ABD’yi Türkiye’ye karşı denge unsuru olarak gören Yunanistan’ın benzer bir yola başvurmayacağını kim garanti edebilir? Eğer dünya, büyük balıkların küçük balıkları dilediği gibi yuttuğu bir anarşi düzenine sürüklenecekse, her ülke silahlanma yarışına girecektir. Bu durumda da Amerika’nın ne kadar vazgeçilmez olduğu sorgulanır hale gelir.
Yeni Amerikan Sağı’nın, geleneksel ya da Reagan tarzı sağından bir başka belirgin farkı, dinsiz bir muhafazakârlık anlayışını benimsemesi. Yeni Amerikan Sağı, Reagan dönemi sağının kürtaj ya da evrim teorisi gibi konular üzerinden yürüttüğü kültürel savaşları bir kenara bırakıp, daha çok “woke karşıtlığı” üzerinden mücadele ediyor. Sosyal meseleler, Yeni Amerikan Sağı’nın da önemli bir gündem maddesi olmaya devam edecek. Ortalama seçmen yaşının 50 olduğu ABD’de, bir siyasetçinin “emekli maaşlarından kesip büyük şirketlere vergi indirimi sağlayacağız” diyerek geniş bir destek toplaması pek mümkün değil. Artı azınlık kimlik siyaseti de ister istemeden çoğunluğu da kimlik siyaseti gütmeye itiyor. Her ne kadar JD Vance başta olmak üzere Trump’a yakın isimler Tanrı’dan veya Hristiyanlıktan bahsetse de bu kavramları daha çok “beyaz kimliği” üzerinden okumak daha doğru olur. Ancak Amerikan iç siyasetini bilenler için bu durum bir çelişki değildir. Yaygın kanının aksine, Evanjelistlerin siyasette aktif rol oynamaya başlaması kürtajı yasallaştıran Roe v. Wade kararından sonra değil, okullarda siyah-beyaz entegrasyonunu getiren Brown v. Board of Education kararından sonra gerçekleşmiştir.
Burada ilginç bir vaka olarak İsrail öne çıkıyor. Yeni Amerikan Sağı, Yahudilere pek sempati duymasa da İsrail’e olumlu bakan tuhaf bir bakış açısına sahip. Benjamin Netanyahu’nun, Donald Trump’ın dünürleri olan Kushner ailesiyle yakın dost olduğunu düşünürsek Trump döneminde İsrail’in oldukça rahat hareket edebileceğini söylemek mümkün. Bu durum yıllardır bilinirken ve Trump ilk döneminde absürt “barış planlarıyla” sahneye çıkarken Türkiye’de ve dünyada Kamala Harris kaybettiğinde “Gazze kazandı” diye düşünenlerin hangi mantıkla hareket ettiğini hâlâ anlamış değilim. Türkiye’de hükümete yakın isimler Suriye üzerinde bir Türkiye-İsrail çatışması tahayyül ederken Trump’ın Erdoğan’dan ziyade Netanyahu’yu dinlemesi oldukça olası.
Her ne kadar Donald Trump’ın görev süresi 2028’de dolacak olsa da Yeni Amerikan Sağı uzun süre siyasette önemli bir faktör olacak. Zira geçtiğimiz günlerde Financial Times’ın haberleştirdiği Dünya Değerler Anketi’ne göre, Amerikan sağ seçmeni bugün Avrupa sağ seçmeninden ziyade Türkiye ve Rusya’daki sağ seçmene benzer eğilimlere sahip olmaya başladı—çok daha izolasyonist ve çok daha otoriter. Bu dönüşüm, ABD’nin geleneksel müttefikleriyle ilişkilerini yeniden şekillendirebilir ve küresel düzende öngörülemez sonuçlar doğurabilir. Ayrıca, kültürel ve ekonomik milliyetçiliği merkeze alan bu yeni sağ dalgası, ilerleyen yıllarda Cumhuriyetçi Parti içinde daha da kurumsallaşarak partinin uzun vadeli yönünü belirleyebilir. Dolayısıyla, Trump sonrası dönemde bile, Amerikan siyasetinde popülist ve otoriter eğilimlerin etkisinin azalması pek olası görünmüyor.
Sonuç olarak, Yeni Amerikan Sağı’nın geleneksel muhafazakâr çizgiden farklılaştığı, ideolojik bir bütünlükten çok pragmatizme dayalı bir yönelim izlediği görülmektedir. Donald Trump liderliğinde şekillenen bu hareket, kişisel sadakati ve popülist retoriği merkeze alarak, klasik Cumhuriyetçi politikaların ötesine geçmiş durumdadır. Bu değişimin Amerika’nın iç ve dış politikasına nasıl yön vereceği, Trump’ın ikinci başkanlık dönemiyle daha da belirginleşecektir. Ancak şu kesin ki, Yeni Amerikan Sağı’nın belirsizlikler içeren stratejileri hem ABD’nin müttefikleri hem de küresel güç dengeleri açısından dikkatle takip edilmesi gereken bir süreç yaratmaktadır.