Türk Muhalefeti Başarmak İstiyorsa Ne Yapmalı?

Enerji ve sandıkseverlik, yani Türkiye’nin en iyi özelliklerinden ikisini merkeze alarak düşünmeyi öneriyorum. Enerjinin harekete geçmesi için “akümülatör”ün hayati rolüne ve bu rolü icra eden ismin öne çıkması halinde sandıkseverliğin olası büyük sonuçlarına odaklanmayı öneriyorum. Türk muhalefeti için “akümülatör” rolünü icra edebilecek 2 isim bulunuyor.

Türkiye, pek çok bakımdan eleştirilebilir. Potansiyellerini heba etmek konusundaki mahareti meşhurdur. İyi tarafları yok mu? Elbette var. İlki ve en önemlisi enerjisidir. Türkiye’de (toplumunu kastederek bu kelimeyi kullanacağım) bir hazır kıta bulunma hali, bir hemen kalkıverecekmiş oturuşu vardır. Ama Türkiye’nin oturduğu yerden kalkması “inanmasına” bağlıdır. İnanmak, Türkiye’yi ayağa kaldırır ama bu noktada aşina olduğumuz bir mekanizma söz konusudur. Marşa basılması, yani aracın aküsünden çıkan elektrik enerjisinin motora ulaşarak mekanik enerjiyi ortaya çıkarması gibi. İşte bu sistemdeki akü, yani ateşleyici, başlatıcı enerji “dirayet”tir. Ülkenin bir ismin dirayetine inanması, enerjisinin doğal mecrasına kavuşması ve akmasıyla neticelenir. Bu da yatanı oturtur, oturanı kaldırır, ayaktakini koşturur. İster kadim monarşik çağların güdüsel bakiyesi densin, isterse Freud’un insan ve özgürlük üzerine tezleriyle gerekçelendirilsin, durum budur. Gelin bu durumu ete kemiğe büründürüp Türkiye’nin politik hayatına muhalefetin penceresinden bir göz atalım.

Sn. Cumhurbaşkanı’nın siyasi gücünün benzerini coğrafyamız en son II. Mahmut’un iktidarının 1826-1839 yılları arasını kapsayan döneminde görmüştü. II. Mahmut’un ilk aylarındaki Alemdar Mustafa Paşa etkisi, 1826’da imha edilene kadar süren Yeniçeri Ocağı’nın “King Maker” gücü nedeniyle mutlak hakimiyeti olduğu söylenemez. Esasen iktidarının son yıllarına kadar taşrada boy gösteren güçlü ayanların varlığı da sultanın ülkesi üzerindeki hükmünü sınırlandırıyordu. Bu sınırlayıcı etkenlere rağmen sözünün “kanun” gücü bakımından en yakın tarihli benzerlik 1826-1839 arası II. Mahmut dönemi olsa gerek. Tayyip Bey’in “mutlak” iktidarını da 2002’den değil 2016’dan başlatmak isabetli olur. Mutlak iktidarın güvenlik iştahı giderilemez, güven açlığı doyurulamaz. Çünkü hakiki bir ihtiyaca değil, mental bir yanılsamaya dayanır. Güvenlik iştahının tetiklediği politikalar ise ne tepedekilere güvenlik hissi ne de aşağıdakilere zenginlik ve huzur getirir.

Sn. Cumhurbaşkanı’nın kendi iktidarı ve seçmenleri bakımından yukarıda kritik işlevine işaret ettiğimiz bir akümülatör özelliğine sahip olduğu açık. Yani hem başlatıcı hem de her durma sonrası stop eden motoru yeniden çalıştıran cinsten bir akümülatör. Bunun istisnai bir kabiliyet olduğunu belirtmeye hacet yok. İstisnailiğinden dolayı Türkiye’de muhalefet saflarında uzun süre rastlanmamış olduğu da aşikar.

Hem son yerel seçimlerin sonucu hem de güvenilir kamuoyu araştırmalarından anlaşıldığı üzere Tayyip Bey’in başında bulunduğu ittifakın halk desteği %40 civarında. Açılım görüşmeleriyle saha dışına alınmış olan DEM hariç tutulduğunda muhalefetin toplumsal desteği %50 bandında. Olası bir iktidar-DEM anlaşmasında söz konusu partinin seçmenlerinin ciddi bir kısmını ikna edememe ihtimali de bulunuyor. Yaygın gözaltı ve tutuklamalarla, ki buna toplumsal tabanı olan bir siyasi partinin genel başkanı olan Sn. Ümit Özdağ da dahil, Türk muhalefeti baskılanmaya, dinamizmi azaltılmaya çalışılsa da tarihimiz bu tip dönemlerden muhalefetin güçlenerek çıktığını gösteriyor. Tabii zorunlu şart sağlanırsa: akümülatörün varlığı.

Türkiye’nin iyi özelliklerinden ikincisi ise sandıkseverliktir. Bunu salt bir siyasal tatmin aracı olarak görmemek lazımdır. Çünkü bu aynı zamanda ülkenin emniyet sigortası vazifesi görür. Sandıkseverlik sadece geniş halk kitlelerinde değil, siyasal elitlerde hatta anti-demokratik şekilde iktidara el koymuş cuntacılarda da vardır. Onlar bile bir süre sonra Türkiye’nin önüne sandık koymayı bir seçenek olarak değil, zaruret olarak gördüler. Hangi görüşe karşı darbe yaptılarsa yine o görüş, cuntacıların halkın önüne getirdiği sandıktan iktidar olarak çıktı.

Tayyip Bey’in kendisine yöneltilen pek çok otoriterleşme eleştirisine, ki önemli bir kısmına ben de katılıyorum, rağmen Türk toplumunun sandıkseverliğinden nasibini epeyce aldığı kanaatindeyim. Tüm politik düşmanlaştırma ve iktidar imkanlarıyla sandığa kadar olan sürecin kendi lehine kamu gücüyle domine edilmesine karşın sandığın ortaya konulduğu günün akşamı o da heyecanla sonucu bekleyenler arasında yer almaktadır. 2019 İstanbul vakasında olduğu gibi, şahsen sindiremediği sonuçlara itirazının neticesine, gecikmeli de olsa, katlanmayı bilmiştir. Burada iktidarın demokratik olgunluğundan bahsettiğim yanılgısı oluşmamalı elbette. Dile getirdiğim fiziki bir vakıadır. Yani bir kimsenin boyunun, kilosunun tespiti gibi.

Enerji ve sandıkseverlik, yani Türkiye’nin en iyi özelliklerinden ikisini merkeze alarak düşünmeyi öneriyorum. Enerjinin harekete geçmesi için “akümülatör”ün hayati rolüne ve bu rolü icra eden ismin öne çıkması halinde sandıkseverliğin olası büyük sonuçlarına odaklanmayı öneriyorum. Türk muhalefeti için “akümülatör” rolünü icra edebilecek 2 isim bulunuyor. 2019 öncesi bu sayı “0”dı. İlki, toplumsal desteği son 1 yıldır %57- %65 arasında salınan Sn. Mansur Yavaş. Kitlelerdeki az rastlanır popülarite oranıyla son yerel seçimde iktidar adayına 30 puan fark atarak seçimi kazandı. Son dönemde iktidarın “konserler” temalı politik saldırılarından ciddi bir siyasal hasar almadığını gördük. Kendisini politik imaj olarak korumasında kendi payının hemen hiç olmadığını ifade etmek durumundayım. Sn. Yavaş’ın bir politik aktör olarak güç sahibi olmasında ve bu gücü korumasında yaptıklarının değil, ısrarla yapmadıklarının daha belirleyici olduğunu düşünüyorum. Bunla birlikte  yeni bir siyasal iklime girildiği bugünlerde Sn. Yavaş’ın şimdiye kadar kendisine kazandıran pozisyonunda ısrarı artık kendisine kaybettirebilir. II. Açılım sürecinde, Beşiktaş Belediyesi başkanının ve Sn. Ümit Özdağ’ın tutuklanmalarında aktif bir pozisyon değil de sınırlı açıklamalarla yetinen bir politik tavır benimsemesi yeni dönemde eski pozisyonunda ısrarı anlamına gelmekte. Sn. Yavaş’ın ulusal konulardaki sınırlı muhalif açıklamalarını 7,7 milyon takipçili ana X hesabında değil de 380 bin takipçili yan hesabında paylaşma tercihi de eski pozisyonunun devamındaki ısrarına işaret ediyor. Özellikle CHP’nin cumhurbaşkanı adayını belirlemede yaygın katılımlı parti içi mekanizmaları işletme metodunu benimseyeceğini ilanından sonra Sn. Yavaş’ın ulusal konulardaki “çekingenliğinin” parti içinde ciddi bir bagaj olarak değerlendirilerek geri planda kalmasına neden olması hayli olası görünüyor. Sn. Yavaş’ın parti içi bir temayülde CHP’nin adayı olarak belirlenmesinin ancak tek bir senaryoda mümkün olduğu düşüncesindeyim. O senaryo, Sn. İmamoğlu’nun siyaseten yasaklanması ve Sn. Yavaş’ın ulusal konulardaki politik “çekingenliğine” son vererek, son tutuklamalar sonrası birlikte hareket etme eğilimi gösteren muhalefet bloğunda aktif pozisyon almasıdır. Aktif pozisyon almadığı ama Sn. İmamoğlu’nun siyasi yasak aldığı senaryoda bile Sn. Yavaş’ın CHP adayı olarak belirlenmesi zor olacaktır.

Sn. İmamoğlu’na siyasi yasak getirilmediği senaryoda ise Sn. Yavaş’ın önünde 3 ana seçenek bulunuyor. İlki, mevcut yaptıklarını yapmaya, yapmadıklarını yapmamaya devam ettiği senaryo. Bu durumda görev süresinin sonuna kadar ABB Başkanlığını sürdürecektir. İkincisi, milliyetçi muhalif partilerin başını çektiği bir ittifakın cumhurbaşkanı adayı olması. Bu senaryoda CHP’nin adayı Sn. İmamoğlu olursa, Sn. Yavaş’ın mevcut durumda Sn. Erdoğan ve Sn. İmamoğlu’nun ardından 3. olabileceği görülüyor. Üçüncü seçenek ise Sn. Yavaş’ın muhalif bloğa aktif destek veren yeni bir pozisyon alması. Bu durumda Sn. Yavaş’ın, Ekrem Bey’in seçilmesi durumunda TBMM Başkanı, sonra parlamenter sisteme geçildiği takdirde bir sonraki cumhurbaşkanı olması ihtimalleri söz konusu olabilir.

Siyasette görece “barış” iklimiyle, açık bir politik “savaş” ikliminin kendine has şartları kimi eylem yahut eylemsizliklerin “aynı” olsalar da farklı sonuçlar doğurmasına yol açar. Sn. Yavaş’ın ulusal konulardaki “yerel Ankara’dan dışarı çıkmama” eylemsizliği yeni iklimde kendisini tahkim eden değil, tahrip eden bir yöne evriliyor.

Türk muhalefetinin geleceğini şekillendiren en önemli kararlardan biri, Sn. Yavaş’ın “politik konfor alanından” çıkıp çıkmamaya dair vereceği karar olacak. Ve çok hızlı ilerleyen yeni siyasal iklimde bu kararı geciktirmesi, aslında “politik konfor alanından çıkmama” kararı vermesi anlamına gelecek.

Akümülatör rolünü icra edebilecek ikinci isim ise siyasi hayatı boyunca Sn. Erdoğan’ın politik konforunu en çok bozan kişi olan Sn. İmamoğlu. Mevcut atmosferde bunun bedelini siyasetten yasaklama riski ve ötesinde şahsi itibarına yönelik daimi operasyonel tehditlerle ödemekte. Siyasetteki yüksek performansı ve başarıları Sn. İmamoğlu’nda politik bir kuşatıcılık “ütopyasına” yol açmış görünüyor. Aynı anda hem İstanbul’u, hem CHP’yi, hem de Türkiye’yi yönetmek. Bir kısmını siyasete transfer ederek belediye başkanı olmalarını da sağladığı pek çok parlak bürokrata sahip olan Sn. İmamoğlu’nun bürokratlarına kıyasla hayli zayıf bir “siyasetçiler” kası olduğunu söyleyebiliriz. Bu da İstanbul’u kuşatan ama Ankara’yı, özelde CHP’yi yeterince “tutamayan” bir sonuca yol açıyor. Bu sonucun siyasi maliyetlerini gün be gün görmek mümkün. Ankara/CHP yeterince kuvvetli olmadığında ileri tüm hamlelerinde arka saflarında ortaya çıkan sorunların gölgesinde kalmış oluyor. Bu da geriye dönüp tekrar ve tekrar parti içi efor sarfına ve ileri hamlelerinin güçsüzleşmesine zemin oluşturuyor. Buradaki en ileri hamlenin Türkiye’yi yönetmek olduğu düşünülürse zaruri geri dönüşlerin siyasi maliyeti daha iyi anlaşılabilir. Bu sarmaldan çıkmak için Sn. İmamoğlu’nun önünde 3 seçenek bulunuyor. Birincisi, ivedi bir şekilde partisinin cumhurbaşkanı adayı olmak. Bu, siyasetten yasaklanma ihtimalini azaltır ve fiili liderliği ulusal bir sıfatla tahkim edilmiş olur. İkincisi, olağanüstü kongrenin toplanıp CHP Genel Başkanı seçilmesi. Bu durumda siyasi yasak alma ihtimali çok büyük ölçüde ortadan kalkar ve seçim sathı mailinde cumhurbaşkanı adaylığı açıklanana kadar kendisini muhafaza etmiş olur. Üçüncü senaryo, siyasi yasak kararı alınırsa Abdullah Gül/Tayyip Erdoğan vakasına benzer bir tasarım yapması. Bu durumda Sn. Mansur Yavaş’ın ivedi iknası ve birlikte hareket etme iradesinin kamuoyuna ilanı gerekir. Bu gerçekleşirse yasak durumunda Sn. Yavaş’ın aday gösterilmesi ve parlamenter sisteme geçiş sonrası Sn. İmamoğlu’nun başbakanlığı söz konusu olabilir. Sn. Yavaş birlikte hareket etmeye ikna edilmezse, Sn. Erdoğan’a sandıkta üstünlük sağlayacak muhalif popüler bir ismin bulunabileceğini söylemek fazla iyimser bir tahmin olur.

Sn. Yavaş ve Sn. İmamoğlu’nun birlikte hareket etme iradesi ortaya koymalarından ortaya çıkacak siyasi enerji, iktidarın herhangi bir senaryoda politik olarak direnebileceği bir siyasi güç değildir. Bu bakımdan Türkiye’de muhalefet namına başarılı bir gelecek arzu eden tüm aktörlerin ana çalışma sahasının Yavaş-İmamoğlu birlikteliğini tesis etmek olması rasyonalitenin gereğidir. Diğer taraftan, bu birlikteliğin gerçekleşmemesi için Sn. Erdoğan’ın mahir bir politikacı olarak çoktan yoğun çalışmalar yapmaya başladığı muhakkak.