Kadın, Otorite ve Sessizlik Üzerine

Kadın, Otorite ve Sessizlik Üzerine

Kadın bedeni, tarih boyunca yalnızca biyolojik bir varlık olarak değil, aynı zamanda ideolojik, toplumsal ve politik bir mücadele alanı olarak şekillenmiştir.
Getting your Trinity Audio player ready...

Kadın bedeni, tarih boyunca yalnızca biyolojik bir varlık olarak değil, aynı zamanda ideolojik, toplumsal ve politik bir mücadele alanı olarak şekillenmiştir. Kadınlara ne zaman, nerede ve nasıl davranmaları gerektiği; ne giyecekleri, neyi konuşup konuşamayacakları yalnızca patriyarkal yapıların değil, modern devletin de otoriter ve normatif aygıtları tarafından kontrol altında tutulmuştur. Bu nedenle kadın bedeni, siyaset ve kamusal alanın dışında bırakılarak özel alanın sınırlarına itilmiş; böylece kadınların birey olarak görünmezleşmesi durumu ortaya çıkmıştır. “Üreme”, “bakım”, “itaat” gibi kelimeler kadın bedeniyle özdeşleştirilmiştir.

Maalesef bugün birçok ülkede kadınların kamusal alana katılımı doğrudan veya dolaylı biçimlerle engellenmekte olup, kadın bedeni üzerinde toplumsal denetim devam etmektedir. Doğurganlık baskısı, kürtaj hakkı, cinsellik kontrolü, regl konuşmalarının tabulaştırılmaya çalışılması gibi kamusal tartışmalar günümüzde hâlâ sürmekte ve kadınlara ait olan bir bedenin politikası yapılmaktadır. Kadınların kendi haklarını savunmalarından ve eyleme geçmelerinden rahatsız olan birçok kesim vardır. Aslında insanın insan olduğunu anladığı ilk etkinlik, eylem alanındadır ve bu, bireyi gerçekten birey yapar.

Hannah Arendt’e göre, eğer insanlar otoritenin sözünü dinler ve gördükleri hiçbir yanlışı söylemeden her şeye uyum sağlarlarsa, özgürlükten önce insan olamazlar. Arendt, insan yaşamını anlamlandırmak için “vita activa” terimini kullanır. Bu terim, insanın varoluşunu belirleyen üç etkinliği tanımlar: Emek, İş ve Eylem’dir (Arendt, 1958, s. 7). Emekle ilgili temel koşul yaşamın kendisidir. Emek, insan bedeninin biyolojik sürecine karşılık gelir. Bu, yemek yemek gibi canlı kalmak için yapılan zorunlu işlemlerdir. Bireyin kendi özel alanında gerçekleşen bir eylemdir; sadece bireyin kendisini ve en yakınlarını ilgilendirir. Burada alışveriş, yani herhangi bir etkileşim yoktur.

İş ise artık özel alanın dışına, yani kamusal alana çıkılan etkinliktir. İnsan burada, emekten farklı olarak, nesneler üretir ve bir alışveriş halindedir. Son etkinlik ise eylemdir. Eylem, insanlar arasında doğrudan gerçekleşen tek faaliyettir. İnsanın insan olduğunu anladığı ilk etkinliktir. Politik yaşamın temelidir; çünkü bu eylem sayesinde yeni başlangıçlar mümkündür. Hatta Arendt’e göre politik yaşamın temeli ölüm değil, doğumdur. Çünkü yeni doğan her birey yeniden başlama kapasitesine sahiptir ve bu kapasite sayesinde bireyler eyleme geçebilirler (Arendt, 1958, s. 9).

Arendt, insanın yalnızca biyolojik varlığıyla değil; kamusal alanda eyleme geçebilme, konuşabilme ve etkileşim kurabilme kapasitesiyle “insan” olduğundan bahsetmektedir. Ona göre bireyin kim olduğu yalnızca eylem ve söz aracılığıyla ortaya çıkar. Nitekim Arendt şöyle der:

“İnsanlar kim olduklarını ancak eylem ve konuşma yoluyla gösterebilir; konuşmanın eşlik etmediği bir eylem sadece açıklayıcı niteliğini değil, aynı zamanda failini de yitirir. Konuşmasız eylem de artık bir eylem değildir; çünkü artık bir fail de yoktur.” (Arendt, 1958, s. 179).

Bu düşünce, “kadının görünmezliği” olgusunu analiz etmek için oldukça güçlü bir kavramsal zemin sunar. Kadının kamusal alandan dışlanışı, sadece onun politik haklarını değil, aynı zamanda bir birey olarak insanlığının da elinden alınması anlamına gelmektedir. Arendt’ye göre konuşma ve eylem olmadan sürdürülen bir yaşam dünyaya karşı tam anlamıyla ölüdür; artık insanlar arasında yaşanmadığı için insan hayatı olmaktan çıkmıştır (Arendt, 1958, s. 176).

Yani insan, insanlığını eylem olasılığı elinden alındığında kaybeder. O saatten sonra artık insana hiçbir hak tanınmamaya başlanır. Elinden alınan temel şey: “haklara sahip olma hakkı”dır. Esas özgürlük, esas cumhuriyet, her bireyin kendi hakkının ne olduğunu belirleme ve ona sahip olma hakkıdır.

Bu yüzden tartışabilme ve kamusal alana açılabilme hakkı esastır. Eğer “haklara sahip olma hakkı” yoksa, siz artık kamusal alandan mahrum bırakılmış ve insani etkinliğin bir parçası olmaktan çıkmışsınız demektir. Bireyin eylem olanaklarının elinden alınmasıyla, dünyada görünmez hâle gelir ve siyasal/toplumsal bir özne olmaktan çıkar.

Otoriter ve totaliter yönetimlerin insanların eylem etkinliğini ellerinden almak ve kısıtlamak istemeleriyle bu durum ortaya çıkar. Teokratik bir otoriter rejime sahip olan İran’da, 13 Eylül 2022’de “ahlak polisi” tarafından başörtüsü kurallarına uymadığı gerekçesiyle Mahsa Amini adlı bir kadın gözaltına alındıktan sonra hayatını kaybetmiştir. Görgü tanıkları, polis minibüsünde dövüldüğünü söylerken; İran yönetimi ise ısrarla Amini’nin ölümüne yol açtıklarını reddederek kalp yetmezliğinden öldüğünü savunmuştur. Ancak Mart ayında Birleşmiş Milletler Soruşturma Heyeti, polis gözetimindeyken Amini’nin vücudunda darbe izlerine dair kanıtlar bulunduğunu ve gördüğü fiziksel şiddetin ölümüne yol açtığından emin olduklarını açıklamıştır.

Amini’nin ölümünün ardından protestolar başlamış; bazı kadınlar saçlarını keserek kamusal alanda “ben buradayım” demiştir. Mahsa Amini’nin başörtüsü kurallarına uymadığı gerekçesiyle gözaltına alınması ve ardından yaşamını yitirmesi, yalnızca bir ahlak polisinin müdahalesi değil, kadın bedeninin kamusal alandaki görünürlüğünün sistematik bir biçimde denetlenmesidir.

Suudi Arabistan’da ise kadınların araç kullanması 2018 yılına kadar yasaktı. Bu yasağın kendisi, kadının fiziksel hareket alanını sınırlamayı amaçlamaktaydı. Çünkü kadının kamusal hayata katılamaması, onun politik bir varlık olarak tanınmamasına neden olur. Böylece kadınlar kamuya dâhil olamayacak, dolayısıyla da insanlar arasındaki rollerini bilemeyeceklerdir. Bu durumun ortaya çıkışı, kadınların sadece vita activa’nın en alt düzeyi olan “emek” etkinliğiyle özdeşleştirilmiş olması ve bu şekilde süregelmesidir.

Agora, Antik Yunan’da yurttaşların bir araya gelip ortak meseleleri tartıştığı, fikirlerini açıkladığı bir siyasal alandı. Ancak Arendt, agora’nın anlamının dönüşümüne dikkat çeker. Ona göre artık birçok toplumsal yapı, agorayı insanların siyasi katılım gösterdiği bir alandan ziyade yalnızca zanaatkârların ürünlerini sergilediği ve değiş tokuş yaptığı bir “pazar yeri” olarak tanımlamıştır (Arendt, 1958, s. 160).

Burada insanlar her ne kadar düşüncelerinden taviz vermediklerini sansalar da, karşılaştıkları her yeni fikir bireyde bir iz bırakmaktadır. Bu karşılaşmalar, subjektif kanaatlerin yani doxaların çarpışmasıyla yeni düşünceler üretir. Bu, Arendt için olumludur çünkü insanların doxa üretmeye başlaması, onların “eyleme” geçtiklerini gösterir.

Karşılıklı etkileşim, fikirlerin etkileşime geçmesi yani aslında farklılıkların varlığı ve ifadesi, Arendt’e göre siyasetin doğasıdır. Bu fikir, müzakereci cumhuriyet modeline teorik temel sağlar. Arendt’e göre:

“Çoğulluk, insan eyleminin koşuludur; çünkü hepimiz insan olmak bakımından aynıyız, fakat hiçbirimiz bir başkasıyla tamamen aynı değiliz.” (Arendt, 1958, s. 8).

Eğer çoğulluk ilkesine dayalı bir siyasi düzen oluşturulursa, kadınlar “görünür” hâle gelebilirler. Arendt, kamusal alanı aşmak için cumhuriyet rejiminin gerekliliğine vurgu yapar: müzakereci cumhuriyet. Yani tartışmanın olduğu, her türlü fikrin ortaya atıldığı bir alan. Ama bu cumhuriyet, tepeden inme bir rejimle kurulan bir cumhuriyet olmamalıdır; aksi hâlde bir anda ortadan kaybolabilir çünkü kökleri yoktur.

Mevcut düzenin değişimi mümkündür; çünkü kadınların eylem yoluyla kamusal alandaki görünürlüğü, var olan otoriter yapıları dönüştürebilir. Çünkü yukarıda da belirtildiği gibi, “yeniden başlama kapasitesi” bireyleri harekete geçirebilecek güçtedir.

Hannah Arendt’in özgürlük, eylem ve kamusal alan kavramları, kadının siyasal görünmezliğini anlamak açısından oldukça işlevsel bir kuramsal çerçeve sunmaktadır. Ancak bu yaklaşım, görünmezliğin yalnızca “eylemsizlikten” ya da “kamusal alana erişimsizlikten” kaynaklandığını varsayar ve siyasal karar alma süreçlerinin ve iktidarın belirleyici rolünü göz ardı eder.

Bu noktada Carl Schmitt’in siyasal kuramı önemli bir tamamlayıcı, daha doğrusu karşıt bir bakış açısı sunar. Schmitt’e göre “siyasal olan”, dost ve düşman kavramları üzerindeki ayrımla tanımlanır (Schmitt, 2006, s. 57).

Schmitt’in “Düşman, sadece gerçek bir olasılık olarak, insanlardan oluşan bir bütün karşısında mücadele eden benzer bütündür. İnsanlardan oluşan bir bütünlük, hele ki tüm bir halka dayandırılan bütünlük, kendinde kamusal nitelik taşıdığından, düşman da sadece kamusal düşmandır.” (Schmitt, 2006, s. 59) tanımı, Arendt ile ayrımı belirginleştirir.

Arendt kamusal alanı özgürleşme ve çoğulculuk için savunurken, Schmitt bu alanı karar ve dışlama mekanizması olarak görür. Bu bağlamda, kadının kamusal görünürlüğü Schmittçi anlayışta bir “düşman” kategorisine girebilir. Kadının kamusal alandan dışlanması, Schmitt’in siyaset anlayışıyla düşünüldüğünde bir egemenlik sorunudur.

Schmitt’e göre “egemen olan, istisna hâline karar verendir” (Schmitt, 2006, s. 68). Bu ifade, egemenliğin ne yasa koymak ne de yasa uygulamakla sınırlı olmadığını, asıl kriz anlarında karar verebilme gücünü temsil ettiğini gösterir. Bu bağlamda kadınların kamusal alandan dışlanması, birçok rejimde “istisna hâli” ifadesi altında meşrulaştırılmakta ve egemenin kararına bağlanmaktadır.

Arendt’in bireylerin farklı fikirlerini ortaya atarak “eyleme” geçmelerini savunan görüşüne karşılık, Schmitt’e göre insanlar bir arada yaşamak için rasyonel biçimde uzlaşamaz, bir araya gelemezler; bunun yerine bir “baba” figürü etrafında birleşirler. Burada bahsedilen “baba” aslında devlettir.

Bu figüre bireyler özgürlüğünü devreder ve ne giyeceklerine, nasıl konuşacaklarına, hatta neyi düşünüp düşünemeyeceklerine karar verme yetkisini bu otoriteye teslim eder. Bu bağlamda totaliter devlet, kadınların yalnızca kamusal temsiline değil, toplumsal varlığına dair her türlü kararı da belirleyici bir güçtedir (Schmitt, 2006, s. 53).

Schmitt’in siyasal kuramının temel argümanı, bireyin kendisini koruyacak büyük bir güce itaat ederek o güce bağlanmasıdır. Bu anlayış “Koruyorum, o hâlde bağlıyım” (protego ergo obligo) formülüyle açık bir şekilde ifade edilmiştir (Schmitt, 2006, s. 83).

Dolayısıyla kadınların görünmezliği, Arendt’in eylem eksikliğinin yanında, Schmitt’te egemenliğin yeniden üretildiği bir mekanizma hâline gelir. Bu mekanizma da kadınların görünürlüğünü değil, itaatini ve sessizliğini talep eder.

Kaynakça

Arendt, H. (1958). The human condition. University of Chicago Press.

Schmitt, C. (2006). The concept of the political (G. Schwab, Trans.). University of Chicago Press.