İnsansız Araçlar Çağında Siyasal Özneleşme Dijital Milliyetçilik

İnsansız Araçlar Çağında Siyasal Özneleşme: Dijital Milliyetçilik

Yirmi birinci yüzyılın ikinci çeyreği, şimdiden yalnızca siyasal sınırların değil, teknolojik kudretin de toplumsal tahayyülleri yeniden belirlediği bir dönüşüm ile şekillenmektedir.
Getting your Trinity player ready...

Yirmi birinci yüzyılın ikinci çeyreği, şimdiden yalnızca siyasal sınırların değil, teknolojik kudretin de toplumsal tahayyülleri yeniden belirlediği bir dönüşüm ile şekillenmektedir. Türkiye özelinde ise bu dönüşümün, insansız araçlar ve otonom askeri sistemler etrafında kristalleşen bir millî gurur politikası ile belirginleştiğini gözlemlemekteyiz. Söz konusu teknolojik gelişmeler yalnızca askerî strateji ve savunma sanayii çerçevesinde değil, aynı zamanda dijital yurttaşlık, milliyetçi öznellik ve siyasal sadakat üzerinden de derinlemesine etkiler yaratmaktadır. Bu yazı, askerî teknolojilerin toplumsal ve siyasal temsil biçimlerini; Michel Foucault, Giorgio Agamben, Benedict Anderson gibi klasik düşünürlerin yanı sıra Jean Baudrillard, Shoshana Zuboff, Yuval Harari ve Wendy Brown gibi çağdaş teorisyenlerin kavramlarıyla birlikte çözümlemeyi amaçlamaktadır.

Foucault’nun biyopolitika [1] kavramsallaştırması, devletin yaşam üzerindeki yönetim biçimlerini salt hukuki araçlarla değil, teknik sistemlerle de kurduğunu göstermeyi amaçlar. İnsansız hava araçlarının “insani” operasyon biçimi olarak lanse edilmesi, şiddetin ortadan kaldırılması değil, daha da görünmez kılınması anlamına gelmektedir. Bu bağlamda, şiddet araçlarının “insansızlaşması” aynı zamanda onları “estetik hale gelmiş” ve “rıza üreten” araçlara dönüştürmektedir [2] Agamben’in “istisna hâli” [3] teorisi bu dönüşüme hukuki bir çerçeve sağlamaktadır. Türkiye’de özellikle sınır ötesi operasyonlar söz konusu olduğunda sıkça kullanılan “güvenlik devleti” söylemi, insansız sistemleri hukukun sınırında değil, istisna normu içinde işler kılmaktadır. Bu durum, yurttaşların siyasal süreçlerle temasını simgeselleştirerek onları karar alıcı değil, rıza gösterici özneler hâline getirir. Achille Mbembe’nin “nekropolitika” [4] kavramı da bu noktada önemlidir: ölümün ve yok etmenin egemenlik aracı olarak kullanıldığı çağdaş savaş biçimlerinde, insansız araçlar modern öldürme pratiklerinin merkezinde yer alır. Böylece yaşam ve ölüm arasındaki sınır, teknik sistemlerce yönetilen bir siyasal stratejiye indirgenir.

Benedict Anderson’un “hayali cemaat” yaklaşımı, modern ulus-devletin ortak bir aidiyet duygusunu matbaa, harita ve eğitim yoluyla inşa ettiğini ileri sürer [5]. Bugün bu cemaatler TikTok, X (eski Twitter), YouTube ve Instagram gibi çeşitli dijital platformlar aracılığıyla gözlerimizin önünde yeniden kurulmaktadır. Dijital platformlarda yayılan askerî içerikler – silahlı insansız hava araçlarının operasyon görüntüleri, sınırda görev yapan askerlerin videoları, “şehit annesi” röportajları – yalnızca bilgi vermez, aynı zamanda kolektif bir duygulanım yaratır. Bu içeriklerin ortak noktası, dramatik kurgu, yavaş çekim ve epik müzikler gibi estetik kodlarla milliyetçiliği bir “spektakül” [2] haline dönüştürmesidir. Böylece geleneksel anlatıların yerine, algoritmik olarak seçilmiş, viral olma potansiyeli taşıyan simgeler geçer. Bu spektakülleşme, Foucault’nun “doğruyu söyleme” (parrhesia) kavramı [6] ile birlikte okunduğunda, vatandaşın gerçek bilgiyle değil, gösterim ve teknik görsel medya yoluyla üretilmiş simgeler üzerinden siyasal kanaat geliştirdiği bir çağda yaşadığımız gerçeği ortaya çıkar. Örneğin Türk savunma sanayiine ait şirketlerin sosyal medya kampanyalarında “yerli ve millî teknoloji” söylemi, yalnızca bir ürün tanıtımı değil; milliyetçi bir duygu seferberliği aracıdır. Bu kampanyalarda kullanılan estetik, teknolojik bir rasyonaliteden çok, milliyetçi bir duygusal devinimi yansıtır. Gökyüzünde süzülen silahlı veya silahsız insansız araçlar bayrakla bütünleştirilmiş şekilde sunulmakta ve birer “millî kahraman” gibi yüceltilmektedir. Böylece siyasal hakikatin yerini simgesel temsiller almakta; yurttaşlık, eleştirel aklın değil, teknolojik görsel estetiğin parçası olan bir sadakat rejimine dönüşmektedir.

Jean Baudrillard’ın simülasyon kuramı [7], bu dönüşümün epistemolojik temelini açıklar. Sınır ötesi bir operasyonun dronlarla kaydedilen görüntüsü, yalnızca bir askerî gerçekliğin değil, o gerçekliğin hiper-estetikleştirilmiş [7] temsili hâline gelir. Ortada “gerçek” bir çatışma değil; onun simülatif, montajlanmış ve ideolojik olarak düzenlenmiş versiyonu vardır. Bu simülasyon, yurttaşı artık çatışmanın içinde değil, “beğeni” ve “paylaşım” yoluyla savaşın bir parçası, daha da ötesinde öznesi hâline getirir. Guy Debord’un “gösteri toplumu” [8] teorisi, bu yeni medya çağını anlamak için bir diğer anahtardır. Yukarıda sayılmış olan askerî geçit törenlerinden sınır operasyonlarına kadar her içerik kaynağı, kamuoyuna estetik bir gösteri olarak sunulur. Bu gösteride yurttaş, simülasyon kuramındaki ne benzer şekilde yalnızca pasif bir izleyici değil; aynı zamanda millî aidiyetini performatif biçimde ifade eden bir “seyir öznesi”dir [8].

Shoshana Zuboff’un “gözetim kapitalizmi” teorisi [9], bu süreci ekonomik düzlemde anlamlandırmamıza yardımcı olur. Dijital platformlardaki milliyetçi içerikler, yalnızca ideolojik değil; aynı zamanda ekonomik birer meta hâline gelir. Her bir video, etiket ya da paylaşım, veri üretir; takipçi kazandırır, reklam değeri taşır. Böylece milliyetçilik, bir kimlikten çok bir içerik biçimine, sadakat ise algoritmik davranış koduna dönüşür.

Yuval Harari’nin “veri ideolojisi” (dataizm) [10] kavramı bu dönüşümü küresel bağlamda açıklamaktadır. Harari’ye göre çağımızın yeni inancı, Tanrı veya insan değil; veridir. Bu bağlamda milliyetçilik de veri üzerinden yeniden kurulur. Türk bayrağı koyan, savunma sanayii içerikleri paylaşan, operasyon videolarını dolaşıma sokan dijital yurttaş, sistemin verisel birimi hâline gelir. Onun milliyetçiliği, yalnızca bir duygulanım değil; aynı zamanda bir algoritmik üretimdir. Açıkça görülmektedir ki yurttaşlık kavramı artık dijitallik bağlamında dönüşmektedir. Jürgen Habermas’ın kamusal alan ve iletişimsel akıl temelli yurttaş modelinin yerini; TikTok’ta askerî içerik paylaşan, X’te “#VatanSizeMinnettar” etiketiyle paylaşım yapan ve Instagram’da Türk bayrağı görselleriyle kimliğini ifşa eden bir dijital yurttaş profili almaktadır.

Bu yeni dijital milliyetçilik yalnızca muhafazakâr-milliyetçi kanatta değil, seküler çevrelerde de derin bir yankı bulmaktadır. Atatürkçü gelenekteki rasyonel ve bağımsız devlet tahayyülü, artık “teknolojik bağımsızlık” söylemiyle yeniden inşa edilmektedir. Seküler milliyetçi özne, savunma sanayii başarılarını ulusal kudretin simgesi olarak içselleştirir. Bu özne, performatif bir “rasyonel yurtseverlik” sergiler; devletin teknolojik başarılarını sorgulamak yerine onları alkışlamakla meşrulaşır. Ancak bu performans, demokratik yurttaşlıktan uzak bir biçimdedir. Siyasal katılım artık oy kullanmak ya da örgütlenmek değil; milliyetçi içerikleri paylaşmak ve onları yüceltmektir. Bu bağlamda Wendy Brown’un neoliberal özne eleştirisi [11] önem kazanır. Brown’a göre neoliberal çağda bireyler, sürekli görünürlük üretmek zorunda olan piyasa öznelerine [11] dönüşmüştür. Milliyetçilik de bu dönüşümle birlikte bir “ürün”e, yurttaşlık ise bir “gösteri”ye evrilmiştir [8].

Bu yeni yurttaşlık biçimi, özgür katılım temelli bir siyasal aidiyetin değil, önceden programlanmış bir sadakat performansının ürünüdür. TikTok’ta önerilen sayfaların kullanıcıya gösterdiği “millî içerikler”, algoritmaların duyguları yönlendirdiği bir sahnede sunulur. Yurttaş, içerik üreticisi gibi görünse de aslında veri sağlayan, yönlendirilen ve tüketilen bir özneye dönüşür. Bu durum, dijital çağın yurttaşlık anlayışını kökten değiştirmektedir. Dijital milliyetçilik, bir yandan bireylerin kimliklerini sergileme imkânı sunarken, öte yandan alternatif kimlik ve aidiyet biçimlerini bastırmakta, çoğulculuğun alanını daraltmaktadır. Eleştirel düşünce geri çekilmekte; “millî teknolojiler” sorgulanamaz bir kutsal hâline gelmektedir. Bu bağlamda muhalefet, yalnızca politik değil, aynı zamanda teknolojik “hıyanet” olarak kodlanmaktadır.

Sonuç olarak, insansız askerî sistemlerin toplumsal meşruiyeti, yalnızca teknik başarılarla değil; kültürel temsiller, siyasal öznellikler ve medya imgeleriyle örülüdür. Türkiye örneğinde bu sistemler, yeni bir milliyetçilik formunun taşıyıcısı hâline gelmiştir. Bu milliyetçilik, yalnızca bir ideoloji değil; bir algoritma, bir veri döngüsü, bir simülasyon olarak çalışmaktadır. Bu dönüşümde yurttaş, artık tank süren bir asker değil; içerik paylaşan bir kullanıcıdır. Milliyetçilik, yalnızca tarihsel bir anlatı değil; aynı zamanda bir yazılım, bir görsel akış ve bir veri ritüelidir. Siyasal özne ise, aktif bir katılımcıdan —her ne kadar öyle olduğuna inandırılmaya çalışılsa da— daha ziyade pasif bir tüketiciye evrilmiştir. Bu bağlamda teknolojik milliyetçilik, hem eleştirel yurttaşlık hem de demokratik çoğulculuk açısından yeniden düşünülmelidir. Çünkü çağımızın gerçekliğinde teknoloji yalnızca bir araç değil; bir dünya görüşüdür. Ve bu dünya görüşü, kim olduğumuzu, neye inandığımızı ve neye ait olduğumuzu bugün bir kez daha, yeni baştan yazmaktadır.

Kaynakça

[1] M. Foucault, Yaşamın Siyaseti: Biyopolitika Üzerine Dersler, Ayrıntı Yayınları, 2022.
[2] C. Mouffe, «On the Political,» Routledge, cilt Mart, pp. pp. 12-18, 2005.
[3] G. Agamben, İstisna Hali: Egemenliğin Mantığı, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2006.
[4] Achille Mbembe, «“Necropolitics”,» Public Culture, cilt 15, no. 1, p. ss. 17–19, 2003.
[5] B. Anderson, Hayali Cemaatler: Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması, Metis Yayınları, 1993.
[6] C. M. Tosun, « “Foucault’nun Felsefesinde Bir ‘Sözel İlişki Etiği’ Parrhesia,”,» Dergipark, cilt cilt 30, no. 30, p. ss. 145–157, 2018.
[7] J. Baudrillard, Simülakrlar ve Simülasyon, Doğu Batı Yayınları, 2003.
[8] G. Debord, Gösteri Toplumu, Ayrıntı Yayınları, 1996.
[9] S. Zuboff, The Age of Surveillance Capitalism, PublicAffairs, 2019.
[10] Y. N. Harari, Homo Deus: Yarının Kısa Bir Tarihi, Kolektif Kitap, 2017.
[11] W. Brown, Undoing the Demos: Neoliberalism’s Stealth Revolution, Zone Books, 2015.