Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yeniden cumhurbaşkanı olarak seçildikten sonra ekonomiye dair en çok dillendirdiği mesele hayat pahalılığı ve enflasyon oldu. Hayat pahalılığının en büyük meselemiz olduğu, enflasyonun en adaletsiz vergi olduğu, popülizm yapmadan enflasyonu tek haneye düşürmenin en büyük amaçları olduğuna dair defalarca vurgu yaptı.
Seçimlerin yapıldığı Mayıs 2023 tarihinde tüketici fiyatlarında yıllık enflasyon %39,59 iken yaklaşık iki sene sonra bu oran %37,86 olarak gerçekleşti. Bu iki senelik zaman zarfında tüketici fiyatları bazında yıllık enflasyon bir ara %75,45’e kadar yükselirken iki senelik iktidar boyunca enflasyonda dikkate değer bir değişiklik yaşanmadı.
Bunun yanı sıra, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası, seçimin akabinde Haziran 2023’te 1 haftalık repo faizini %15’e yükselterek başladığı faiz artışlarında Mart 2024’e kadar kademe kademe %50 oranına kadar çıktı. 2024 sonunda tekrar faiz indirimleri başlamışken ülkede yaşanan siyasi konjonktür sonrası Nisan ayındaki toplantıda politika faizi tekrar %46’ya çıkarılırken gecelik faizler %49’a, geç likidite penceresi %52’ye çıkarıldı. Bunun yanı sıra TCMB’den birçok sıkılaştırma hamlesi geldi. Para politikası yönetimi enflasyonla mücadele etmek için sıkı politikaları uygulamakta taviz vermedi.
Para politikasının sıkı yönetiminin büyümeden taviz olduğu, ekonomik durgunluğa yol açacağı, ekonominin soğutulmaya çalışıldığı herkes tarafından biliniyordu. İktisatçılar, para politikası tarafının maliye politikası tarafı ile de desteklenmesi gerektiği, bu destek ile bu sancılı sürecin daha kısa sürede atlatılabileceği, enflasyon kontrol altına alındıktan sonra ekonominin hızla toparlanabileceğine dikkat çektiler. Maliye politikası dümenine ise Sayın Mehmet Şimşek oturtuldu.
Mehmet Şimşek’in bu dönemi sanırım en çok vergi söylemleriyle anılacak. Borsa İstanbul’da işlem gören hisse senetlerinin alımı ve satımından vergi alınacağından tutun bütün OSB’lerin, bütün hallerin, bütün şehirlerin giriş ve çıkışlarına vergi memurları koyulacağına dek uzanan Kapalıçarşı’dan başlayarak esnafın, serbest meslek erbabı çalışanların defterlerinin didik didik edildiği, vergi müfettişlerinin ve vergi memurlarının yoğun çalıştığı, hayata geçirilememiş söylemler ve medyaya salınan yüksek cezalı denetimler dönemi… Görünen, bütçe açıklarını azaltmaya çalışan sıkı bir maliye politikası uygulaması… Hakikat öyle mi?
Mesele uzun ve yoğun, bu yazı kapsamında işin uygulamasında hiç konuşulmayanlara dair birkaç veri ile buzdağının görünmeyen bir kısmını anlatmaya ve bazı politika önerilerini kamuoyunun dikkatine sunmaya çalışacağım.
Merkez Bankası istatistiklerine göre baz paranın ve geniş paranın yıllık artış oranları Nisan sonu itibariyle sırasıyla %36,34 ve %35,35 olarak gerçekleşmiş durumda. Nisan ayında gerçekleşen yıllık enflasyon oranı dikkate alındığında veriler düşük de olsa reel olarak parasal sıkılaşma olduğunu teyit ediyor ancak reel olarak sıkılaşmanın düşük kalması politikanın etkisini sorgulamamıza sebep oluyor. Bu durum da mevcut yüksek faiz oranlarına rağmen enflasyonu kalıcı şekilde düşürecek sıkılaştırıcı para politikalarının etkili olmadığı sonucuna götürüyor.
Diğer taraftan, sıkılaştırıcı para politikalarının beklenen etkisi olarak ekonomik durgunluk, likidite sıkışıklığı, nakit akışlarda bozulmalar sokakta en çok konuşulan konular ve esnafın işlerin iyiye gitmediğine yönelik söylemleri yüksek sesle dillendiriliyor. İşin maliye politikası tarafı aksadığı için mi sıkılaştırıcı para politikaları yeterli etkiyi göstermiyor?
Grafik: Baz Para ve Geniş Paranın Yıllık Yüzdesel Değişimleri
Türkiye’nin maliye politikasına yönelik dikkate alacağımız ilk şey mali disipline bakmak olacaktır. 2025 yılı Nisan ayı bütçe gerçekleşmelerine bakıldığında, bütçe giderleri geçen yılın aynı ayına göre %46,3 artış göstermiştir. Faiz hariç giderlerde bu artış %32,1 olarak gerçekleşmiş, faiz giderlerindeki artış ise %128,6 olmuştur. İlk dört aylık gerçekleşmelerde ise 2024 yılının ilk dört ayına göre 2025 yılında bütçe giderlerindeki artış %45,3 olmuş, faiz giderlerinde %98,8 artış yaşanmıştır. Bütçe gelirlerinde ilk dört aylık periyot kıyaslandığında %50,7 artış sağlanmıştır. Her ne kadar bütçe gelirlerinin artışı hem enflasyonun hem de bütçe gider artışının üzerinde olsa da bütçe açığı devam etmekte ve gerçekleşen bütçe açığının gayrisafi yurt içi hasılaya oranı da mali disiplinin sağlanamadığını göstermektedir. Faiz ödemelerindeki artış, bütçe açığının istenen seviyelere düşürülmesine yahut bütçe fazlasına imkân vermeyecek şekilde yükselmiştir. Faiz giderlerinin bu denli yüksek oluşu ve kalıcı görünümü ise bütçe giderlerinin düşürülemeyeceği izlenimi yaratmaktadır. Anlaşılan mali disiplin sağlanamamaktadır.
Mehmet Şimşek’in sürekli vergi hususunda söylemlerde bulunmasının altında yatan da bütçe dengesinin enflasyonist etkisinden kaynaklanmaktadır. Giderleri azaltamayan, azaltsa dahi ciddi manada faiz gideri oluşan merkezi yönetim bütçesi için kamu maliyesi çözümü gelirleri hızlıca artırmakta görmektedir. Bu çözümler ise bütün yükün alt ve orta gelir grubuna yüklendiği ve bu suretle yalnızca bu kesimlerin taleplerinin kısıldığı bir açmaz ortaya çıkarmıştır.
Bu yazı kapsamında; özellikle mali disiplini sağlayacak ve enflasyona sebep olmayacak ancak talep daralmasını azaltacak çözüm önerileri üzerinde durulacak, alt ve orta gelir gruplarının sıkılaştırıcı politikalara rağmen alım güçlerini artıracak politika önerilerinde bulunulacaktır.
İlk olarak, gelir vergisi dilimleri yeniden düzenlenmek zorundadır. %15 vergi oranının olduğu gelir vergisi ilk diliminin üst sınırının yıllık brüt asgari ücrete oranı 2010 yılında %81 iken 2025 yılında bu oran %51’e düşmüştür. Her ne kadar asgari ücret tutarı kadar olan kısım vergiden istisna edilmişse de geçmişte bu kapsamda uygulanan asgari geçim indirimi de kaldırılmış olduğundan bu hususu değerlendirme dışı bırakabiliriz. İkinci dilimin üst sınırı 2010 yılında yıllık asgari ücretin yaklaşık 2 katı iken 2025 yılında 1,06 kata düşmüştür. 3. dilim için üst sınır asgari ücretin 4,58 katından 3,85 katına düşmüştür. Vergi yükü açısından değerlendirirsek 2010 yılında ayda brüt iki asgari ücret kazanan bir çalışanın vergi yükü yaklaşık %17,5 iken 2025 yılında bu oran %22’ye yükselmiştir. Brüt üç asgari ücret için %19,5’ten %23,7’ye, dört asgari ücret için %21,3’ten %24,8’e ve beş asgari ücret için vergi yükü %22,47’den %26,9’a yükselmiştir.
Politika Önerisi 1: Alt ve orta gelir grubunun alım gücünü herhangi bir ilave zam yapmadan artırmak ve bu grubun vergi yüklerini hafifletmek için ilk vergi diliminin sınırının 2 kat, ikinci vergi diliminin sınırının 3 kat artırılması gerekmektedir.
Bu oranların bu şekilde artışı vergi yükünü 2010 yılı seviyelerine getirecek, bu da alt ve orta gelir gruplarının alım gücünü artıracaktır. Daha adil bir gelir dağılımı sağlamak için bu adımın atılması gerekmektedir. Bu da özellikle kira ödemesi ve gıda tüketimine sıkışmış alt ve orta gelir gruplarının daha dengeli bir tüketim kompozisyonuna kavuşmasını ve bu kesime hitap eden arz tarafının bir nebze nefes almasını sağlayacaktır.
İkinci olarak, tüketimi kısılamayan üst gelir gruplarına yönelik düzenlemelerin yapılması gerekmektedir. Üst gelir gruplarının gelir, servet ve harcama kompozisyonlarıyla bağlantılı olarak birden fazla politika önerisinde bulunacağım.
BDDK’nın Aylık Bankacılık Sektörü Verilerine göre Mart ayında bankalarda hesabı bulunanların %77,6’sının 1 milyon TL üzerinde mevduatı var ve 1 milyon TL üzerinde mevduatı bulunan kişilerin ortalama mevduatı 7,28 milyon Türk lirası. 50 bin Türk lirası altında mevduatı bulunanlar toplam mevduatın yalnızca %3,2’sini oluşturuyor ve bu kişilerin ortalama mevduat tutarı 3.470 TL. İşin en dikkat çeken tarafı ise bu kişiler bütün hesap sahiplerinin %91,3’ü. Bu oranlara bakiyesi “0” olan hesapların dahil edilmediğini de belirtelim. Dolayısıyla, mudiler tasarruf miktarı bakımından keskin bir şekilde ayrışıyor. Ancak bütün mudiler için mevduat faizlerinde stopaj yöntemiyle aynı vergi alınıyor. Vergi oranları yalnızca vadeye göre değişiyor.
Politika Önerisi 2: Mevduat faiz gelirleri sadece vadeye bağlı olarak değil faiz gelirine bağlı olarak da artan oranlı vergilendirmeye tabi tutulmalı, pasif getiri elde eden yüksek tasarruf sahiplerinden daha fazla vergi alınmalıdır.
Bu politika önerisine mevduat sahiplerinin Türk lirasından kaçabileceği, dövize yönelebileceği eleştirisi getirebilir. Ancak bu politika önerisi de diğer iki politika önerisi ile desteklenmelidir.
Politika Önerisi 3: Belirli bir eşiğin üzerinde mevduat faiz geliri elde edenlere portföyünün belirli bir oranında elinde devlet tahvili bulundurmaları zorunlu tutulmalı, elde tutulan tahvilin vadesine göre vergi teşviki getirilmelidir.
Politika Önerisi 4: Vatandaşların kolaylıkla erişebileceği, reel getiri garantisi sunan ve stopajsız enflasyona endeksli tahvil ihracı artırılmalı ve yaygınlaştırılmalıdır.
Bu iki politikanın bir diğer sonucu da yüksek faiz gideri ödemek durumunda kalan Hazine’nin faiz giderlerinin de düşmesidir. Hatta bu tahviller çeşitli yöntemlerle KGF, Varlık Fonu vb. araçlarla yatırıma ve üretime yönlendirilerek sıkı para ve maliye politikalarının doğal sonucu olacak ekonomik darboğazdan da bir çıkış imkânı yaratabilecektir.
Bütün bunların yanı sıra Türkiye’de konut ediniminin yatırım amaçlı olduğu tartışmasızdır. Özellikle alt ve orta gelir grubunda konut sahipliğinin düşük olmasına ve birden fazla konut sahipliğinin konutun bir yatırım aracı olarak görülmesinden kaynaklanmasına rağmen bu hususa yönelik tedbir ve önlemler nedense hep lafta kalmaktadır. Alınan tedbirler ve uygulamalar ise mevcut durumu daha da kötüleştirmektedir. Örneğin, kira artışlarına %25 sınır getirilmesi tedbiri ülkedeki kiracı-ev sahibi gerginliğini artırmış ve çözümden daha çok problem yaratmıştır. Halbuki Türkiye’de konut sahipliği oranının %60 civarında olduğu ve birden fazla konut sahibi hane oranının %13 olarak tahmin edildiği dikkate alınarak konutun yatırım amaçlı kullanımından ziyade barınma amaçlı kullanımını teşvik edecek politikalar geliştirilmeli, arz ve talep dengesi ihtiyaç sahipleri lehine çevrilmelidir.
Politika Önerisi 5: Boş konutlara ilave vergi ve çoklu konut sahipliğine artan oranlı vergi getirilmelidir.
Uzun süre boş bırakılan ve piyasaya arz edilmeyen konutlara ilave vergi getirilerek konutun spekülatif yatırım aracı olmaktan çıkarılması amaçlanmalıdır. Birden fazla konut sahipliği durumunda artan oranlı konut vergisi uygulanarak gayrimenkulün servet biriktirme ve enflasyona karşı korunma aracı olarak kullanılması sınırlanmalıdır. Bunun hangi sınırlarda ve nasıl uygulanacağına yönelik politikanın geliştirilmesi verilerin analizi ile mümkündür.
Tekrar üst gelir grubunun vergilendirilmesi meselesine dönersek… Yazının başında dile getirdiğim bütün OSB’lerin, bütün hallerin, bütün şehirlerin giriş ve çıkışlarına vergi memurları koyulacağına dek uzanan söylemlerin Kapalıçarşı’dan başlayarak esnafın, serbest meslek erbabı çalışanların defterlerinin didik didik edildiği, vergi müfettişlerinin ve vergi memurlarının yoğun çalıştığı bu dönemden en çok orta ve alt gelir grupları mustarip oldu. Bütün bu söylemlerin ve eylemlerin üst gelir gruplarına herhangi bir yansıması olmadığı ve o kesimlerde talebin hâlâ canlı seyrettiği bir gerçek. Bu bakımdan vergi memurlarını hafiye gibi kullanmadan eldeki verilerle üst gelir grubunun ve kayıt dışı gelirlerin vergilendirilmesi çok zor değil.
Politika Önerisi 6: Gelir-Harcama uyumsuzluğu üzerinden otomatik vergi getirilmelidir.
Örnek vererek bu politika önerisini de anlatayım. Örneğin yıllık geliri belirli bir tutar üzerinde olan mükelleflerde, beyan edilen gelir ile Kredi Kayıt Bürosu (KKB) verileri üzerinden tespit edilen fiili harcamalar karşılaştırılır. Eğer fiili harcamalar, beyan edilen gelirin %50’sinden fazlaysa ve bu fark belli bir meblağı aşıyorsa, uyumsuzluk farkı üzerinden %20 oranında otomatik vergi uygulanır. Mükellef, harcamaların kaynağını belgeleyerek itiraz hakkına sahip olur. Bu yöntem, yüksek gelir gruplarının kayıt dışı gelirlerini vergilendirmeye yönelik, enflasyona yol açmadan gelir adaletini artıran yapısal bir çözüm olarak uygulanabilir.
Son olarak, yaz aylarına yaklaştıkça yurtdışı tatil ve seyahat harcamaları artmakta, bu harcamaların çoğunluğu ise üst gelir grupları tarafından yapılmaktadır. Bu harcamaları daha az cazip kılacak yöntemler yurtdışı çıkış harçlarını artırmak, dövizi yasaklamak vb. yasakçı zihniyet yöntemleri değildir. Kaldı ki; uygulanan yöntemin de adil ve hakkaniyetli olması gerekir. Birkaç günlüğüne yurtdışına gezmeye gitmiş bir kişi ile milyonlarca liralık yurtdışı harcaması yapan bir kişi aynı kefeye konulmamalıdır. Bu yüzden yüksek meblağlı yurtdışı harcamalarının maliyetinin artırılması gerekmektedir.
Politika Önerisi 7: Kredi kartı ile yapılan yurtdışı harcamalara harcama tutarına göre artan oranlı vergi getirilmelidir.
Bunlara benzer daha birçok öneri yapılabilir. Bu önerilerin uygulanabilirliği ve nasıl uygulanacağı eldeki veriler ile değerlendirilebilir. Ancak ilgili önerileri kısıtlı veriler ile modellediğimizde enflasyona etkisinin 4 ile 6 puan arasında olduğunu tahmin etmekteyim. Bu da baz etkisi ile birlikte 1 sene sonra enflasyonu %20 bandına düşürecek ve sürdürülebilir hale getirecek, alt ve orta gelir grubunun nefes aldığı bir sene geçirilmesini sağlayacaktır.
İşin özünde, Mehmet Şimşek’in “vergiyi tabana yaydığı” model yerine “verginin tavana yayıldığı” bir modele geçilmesi gerekmektedir. Enflasyonun düşmemesinin ana nedeni tavanın harcama alışkanlıklarını değiştirmemesi, TL’ye olan güvenlerinin olmaması, sıkılaştırıcı politikaların yüksek gelir grubunu çok da fazla sıkmamasından kaynaklanmaktadır. Politikaların yükünü alt ve orta gelir grubu çekmekte ancak bu kesimin yaşadığı bütün sıkıntılara rağmen ufukta gemi görünmemektedir.