Ekonominin İnce Ayarı: Enflasyon

Enflasyon, yalnızca ekonominin soğuk bir göstergesi değil, aynı zamanda bireylerin sofralarına, hayallerine ve geleceğe olan güvenlerine dokunan bir gerçektir.

Enflasyon, yalnızca ekonominin soğuk bir göstergesi değil, aynı zamanda bireylerin sofralarına, hayallerine ve geleceğe olan güvenlerine dokunan bir gerçektir. Genel fiyat seviyelerindeki sürekli artış, yalnızca mali tabloları değil, insanların günlük yaşamını, yaşam kalitesini ve umutlarını da derinden etkiler. Market raflarında her geçen gün artan fiyatlar, kira ödemelerinin bir kabusa dönüşmesi ve birikimlerin eriyip gitmesi, enflasyonun soyut bir kavram olmaktan çıkıp her evin gerçeği hâline gelmesine neden olur. Bu durum, bireylerin günlük mücadelelerinden devlet politikalarına kadar geniş bir yelpazede derin izler bırakır.

Enflasyonun Kökenlerini Anlamak

Enflasyon, yalnızca ekonomi kitaplarının sayfalarında yer alan bir kavram değil insanların gündelik hayatlarına sızan, bütçelerini zorlayan ve yaşam planlarını etkileyen bir gerçekliktir. Hatırlayanlar olacaktır: Özallı ve Demirelli yıllarda hep önümüze yeşil bir dinozor tasviri olarak gelen “enflasyon canavarı” karikatürü vardı. Aslında insanlar soyut bir terim olan “enflasyonu” o dönem bu şekilde somutlaştırmıştı.

Marketlerde yükselen fiyatlardan faturaların bir anda ağırlaşmasına kadar her detay, enflasyonun karmaşık yapısını günlük yaşamda görünür kılar. Bu durumun ardındaki nedenler, hayatımıza doğrudan dokunan bir hikâye halini alır. Hikâyenin başrolü de yeşil dinozor yani “enflasyon canavarı”dır.

Büyüyen bir ekonomi, genellikle insanların daha fazla tüketim yapabileceği anlamına gelir. Ancak bu tüketim artışı, üretimin sınırlarını aştığında fiyatlar hızla yükselmeye başlar. Bu durum, tüketiciler için başta ekonomide bir canlılık gibi görünebilir. Daha fazla harcama, yeni ürünler ve dolup taşan alışveriş merkezleri… Belki düşük faizli kredilerin piyasaya pompalandığı anda peynir ekmek gibi satılan mülkler… Ancak üretim yetişemezse, bu bolluk hissi hızla yerini yüksek fiyatlar ve bütçe kaygılarına bırakır. Yani piyasada gerçekleşmesi gerekenden hızlı bir tüketim gerçekleştiğinde tüketimin ateşi “talep enflasyonu” oluşur.  Sonucunda insanların hayalini kurduğu “daha iyi bir yaşam” fırsatı, bir süre sonra ulaşılması zor bir hedefe dönüşür. 5 yıl önce düşük kredi ile alınan binlerce mülkün fiyatının bugün 10 katına çıkması, bugün ev alma hayali olan bireyleri tamamen umutsuz hale getirir. Şöyle özetleyelim: belirli bir miktardaki para piyasada sabit hızda dolaşırken, sisteme daha çok para sokulursa ne olur? İnsanların ceplerinde daha çok para olur ve daha fazla mal ve hizmet satın almak isterler. Bu durumda fazla para, az sayıdaki mal ve hizmetin peşinden gider. Neticede bu da fiyat artışına yol açar. Yani dolaşımdaki fazla para enflasyona yol açar.

Diğer bir yandan üretim maliyetleri, yalnızca fabrikaların değil, tüketicilerin de günlük hayatını etkileyen bir unsurdur. Enerji fiyatlarında yaşanan dalgalanmalar, yüksek vergiler, ithalat maliyetleri ve iş gücü maliyetindeki artışlar, yakıt fiyatları ve dolayısıyla lojistik maliyetlerinin artması, nihai ürünlerin fiyatına yansır. Bir ülke, özellikle ithalata bağımlıysa, döviz kurlarındaki her dalgalanma, sofradaki ekmeği, marketteki sütü ya da pazardaki sebzeyi daha pahalı hale getirir. İnsanlar artık yalnızca fiyatların değil, girdilerden gelen baskı olan “maliyet enflasyonu” yüzünden bütçelerinin sınırlarını da düşünmek zorunda kalır. Bir çiftçinin, artan mazot ve gübre fiyatları nedeniyle tarlasını ekememesi, şehirde yaşayan bir ailenin temel gıda ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanmasına yol açar. Maliyet enflasyonu, bu gibi bağlantılar üzerinden toplumun her kesimini etkiler.

Bir diğer unsur olan para politikaları, ekonominin ince dengelerini yönetmek için tasarlanmıştır. Ancak merkez bankaları, ellerindeki para basma imtiyazından dolayı dolaşımdaki para miktarını artırarak büyümeyi teşvik etmeyi hedefleyebilir. Ancak bu politikalar, istenmeyen bir sonuç doğuracaktır: artan para arzı, bu da fiyatları yukarı çeker. Aslında bundan bahsetmiştik ama tabi ki burada insan psikolojisi ve beklentilerin satın alınması mevzuu var. Anlayacağımız bu durum, yalnızca market raflarında değil, insanların zihinlerinde de kök salan bir algıyı da besler: “bugün almazsam, yarın daha pahalı olacak.” Bu algı, yalnızca bireylerin değil, işletmelerin de davranışlarını şekillendirir. Anlaşılacağı üzere algının gücü “para politikası ve beklentiler” enflasyona sebep olan bir etkendir. Tüketiciler ihtiyaçlarını erkene çekerken üreticiler de maliyet artışlarını önceden fiyatlara yansıtır. Böylece enflasyon artışı olması gerekenden hızlı gerçekleşir ve en ufak olumsuz bir beklentide bu döngü tekrarlanır.

Para politikalarından bahsederken merkez bankalarının dolaşımdaki para miktarını artırarak büyümeyi teşvik edebileceklerini söylemiştik. Bilindiği üzere Türkiye’de 21 Aralık 2021 tarihinde ışıltılı gözlere sahip Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati’nin göreve gelişinin üçüncü haftasında Kur Korumalı Mevduat (KKM) sistemi başlatıldı. Sermaye sahibi insanların pek çoğu KKM sistemine paralarını koyarak -doğal olarak- dövize karşı korunma ve faizden kâr elde etme sistemine dahil oldular. Neticede bu sistemden elde edilen faizin geri ödenmesi için Merkez Bankası garantisi dahilinde yeni para basılması gerekti. Ödenen yüksek faiz getiriler reel dolaşıma girmek yerine yine para piyasalarında para kazanmaya devam etmekte olduğundan esasında enflasyonun artmasına sebep oldu. Şu an mümkün gözükmese de büyük bir sermaye olan bu miktarlar reel piyasaya girdiğinde üretim ve hizmeti artırarak piyasanın canlanmasında pozitif bir etki yaratacaktır.

Enflasyonun yalnızca ekonomik bir olgu değil, aynı zamanda toplumsal bir sorun olduğu, toplum etiğinin bozulmasıyla daha da derinleştiğini söylemek gerekir. Toplumun farklı kesimlerinde etik değerlerin zayıflaması, ekonomik dinamikleri olumsuz etkileyerek enflasyonun kontrolden çıkmasına neden olabilir. Bu bağlamda, maliyet artışlarının gerçek düzeyinin ötesinde gösterilmesi, enflasyonist baskıları artıran önemli bir faktördür. Bir başka deyişle “toplum etiğinin bozulması” enflasyonun kökeninde yatan önemli sosyolojik bir olgudur.

Örneğin, bir işletmenin üretim maliyetleri yüzde 20 oranında artmışsa, bu artışı ürün ya da hizmetine yüzde 50 olarak yansıtması hem tüketicilerde güvensizlik yaratır hem de piyasa dengelerini bozar. Bu tür davranışlar, enflasyonun psikolojik etkilerini tetikleyerek fiyatların sürekli ve hızlı bir şekilde artmasına neden olur. Denilebilir ki; üretici de bir sonraki gelecek zammı düşünerek bunu yapmak zorunda kalıyor. Bu fikir bir sonraki fiyat artışları geldiği zaman ürüne tekrar zam yapan üreticiler olduğunda çürüyor. Bunun yanında insanlar, gelecekte fiyatların daha da yükseleceği beklentisiyle daha fazla harcama yapıyor, bu da talebi ve dolayısıyla fiyatları daha da yükseltiyor. Bu süreç, etik olmayan tutumların tetiklediği bir “kısır döngü” oluşturur. Hatırlarsanız döviz artışlarının hızlı olduğu dönemlerde bir esnafa bir ürünü gösterip “kardeşim bu geçen hafta 50 liraydı nasıl şimdi 90 lira oldu” diye sorduğunuzda “beyefendi/hanımefendi dolara bağlı bunların fiyatı” diye cevap alıyorduk. Halbuki dolar o hafta sadece %10 artmıştı %80 değil.

Toplum etiğinin bozulması yalnızca bireysel ahlâk eksikliğinden kaynaklanmaz aynı zamanda denetim mekanizmalarının yetersizliği, eğitim eksikliği ve kısa vadeli kazanç odaklı anlayışın yaygınlaşması da bu süreci hızlandırır. Üreticinin ya da satıcının, karşılaştığı yeni üretim maliyetinden daha fazla zam yapması bu durumda sadece kendi ahlâksızlığından değil, piyasanın belirsizliğinden de ekonomi yönetimine güvensizlikten de kaynaklamış oluyor. Özellikle piyasa aktörlerinin, rekabet ortamında dürüstlükten uzaklaşarak kısa vadeli kazançlar için manipülasyona başvurması toplumda güven krizine yol açar. Bu güvensizlik, ekonomik ilişkilerde şeffaflığın azalmasına ve ekonomik sistemin işleyişinin aksamasına neden olur. Bu nedenle, enflasyonla mücadele ederken yalnızca ekonomik politikalar geliştirmek yeterli değildir, aynı zamanda toplum etiğini güçlendirecek eğitim, denetim ve bilinçlendirme çalışmaları da yapılmalıdır. Piyasalarda adalet ve şeffaflık sağlanmadan sürdürülebilir bir ekonomik düzenin kurulması mümkün değildir. Etik değerlerin yeniden inşası, sadece ekonomik göstergeleri değil, toplumsal huzuru ve güveni de iyileştirecektir.

Enflasyon, sadece ekonomiyi değil, bireylerin ruh halini, gelecek planlarını ve toplumsal huzuru da etkiler. Yükselen fiyatlar karşısında sabit gelirli aileler için her ayın sonunu getirmek daha da zorlaşır. Tasarruflarını enflasyon karşısında eriyip giderken izleyen bireyler, geleceğe dair güvenlerini kaybeder. Ekonomide bir sorun gibi görünen bu kavram, aslında toplumsal hayatta çok daha büyük sonuçlar doğurur. Enflasyon, yalnızca fiyatların yükselmesi değil, insanların umutlarının, hayallerinin ve refah seviyelerinin bir sınavdan geçmesidir.

Türkiye’de Enflasyonu Tetikleyen Faktörler

Enflasyon, yalnızca ekonomi kitaplarında yer alan teknik bir terim değil demiştik. Enflasyon aynı zamanda sokakta, evde, pazarda ve insanların cebinde kendisini hissettiren, yaşamı kökten etkileyen bir olgudur. Türkiye’nin özgün ekonomik ve toplumsal yapısı, enflasyonu yalnızca ekonomik bir sorun olmaktan çıkarıp sosyal ve siyasal boyutlarıyla derin bir mesele haline getirmiştir. Ülkemizde enflasyonu tetikleyen birçok faktör, günlük hayatın her alanına dokunarak bireylerin yaşam mücadelesini daha da zorlaştırmaktadır. Türkiye’nin özgün yapısı, ekonomik, coğrafik, sosyal ve siyasal sorunların birleşimiyle, enflasyonu yalnızca bir ekonomik sorun olmanın ötesine taşımaktadır. Enflasyon, bu çok yönlü dinamiklerin bir yansıması olarak toplumda büyük bir değişim yaratmakta ve halkın her geçen gün yaşadığı zorlukları daha da derinleştirmektedir.

Suriyeli mülteciler, Türkiye’nin son yıllarda karşılaştığı en büyük sosyal değişimlerden birisini temsil etmektedir. Özellikle Gaziantep, Şanlıurfa, Hatay ve İstanbul gibi illerde mülteci nüfusunun artışı, konut talebini adeta patlatmıştır. Artan talepler karşısında kira fiyatları hızla yükselmiş, bu durum hem yerel halkın barınma masraflarını artırmış hem de yaşam standartlarını geriletmiştir. Nüfus artışıyla birlikte temel gıda ürünlerine olan talep de katlanarak artmış, üretim kapasitesinin yetersiz kaldığı durumlarda fiyatlar hızla yükselmiştir. Bunun yanı sıra kamu ve STK’lar eliyle 2025 yılına girerken yaklaşık 300 milyar dolar olan sığınmacılara yönelik sağlık, eğitim ve sosyal destek harcamaları, kamu bütçesi üzerindeki yükü artırmış ve dolaylı yoldan enflasyon artışına neden olmuştur. Bunun yanında artan kiralar yalnızca fiyatları değil, toplumsal yapıyı da dönüştürmeye başlamıştır. Barınma ihtiyacı, yoksul aileler için büyük bir yük haline gelirken konut sektörü hızla rant odaklı hale gelmiştir. Bu talep artışı, mülk sahipleri ve kiracılar arasında giderek büyüyen bir uçurum yaratmış, yerel halk daha fazla borçlanmak zorunda kalmıştır. Evini istediği fiyattan kiraya veremeyenler veya mülk sahibinin kira artışını karşılayamayanlar, yalnızca maddi olarak değil, psikolojik olarak da büyük bir sıkıntı yaşamaktadır. Evini geçindirebilmek için ek işlere yönelen insanlar, kendilerini bu hengamede yalnız ve çaresiz hissetmektedir. Enflasyon, yerel halkı sadece geçim mücadelesi vermek zorunda bırakmakla kalmamış, aynı zamanda ailelerin daha fazla borçlanarak bu zorlukları aşmaya çalışırken kısır bir döngüye hapsolmalarına neden olmuştur.

Toplumun bir kesimi bu fikirlerime zıt şekilde sığınmacıların ekonomiye olumlu bir etki yaptığı kanaatinde… Özellikle üretici ve esnaf, sığınmacıların düşük ücretlerle köle gibi çalıştırılıyor olmalarının kendilerine sağladığı faydadan memnunlar. Yalnız unutmamak gerekir ki ekonomi, enflasyon vb. kavramlar sadece tek parametreye bağlı olmayan ve karmaşık şekilde somutlaşan şeylerdir. Ülkenin kendi vatandaşları daha yüksek ücrete çalışma talebinde bulunduğu için sığınmacı çalıştırmanın mantıklı olduğu yerde, bu milletin kendi fertlerinin kazandıkları para neden yetmiyor diye sorgulamak gerekir.

İşsizlik ve enflasyon İlişkisine bakmadan enflasyonu tetikleyen faktörlerden bahsetmek olmaz. Türkiye’de işsizlik ve enflasyon arasındaki ilişki bu bağlamda başka bir derin problem olarak karşımıza çıkar. Yüksek işsizlik oranları, özellikle gençler arasında geleceğe dair umutları törpülerken düşük ücretli işler ve üretim verimliliğindeki düşüş ekonomik büyüme üzerinde ağır bir yük oluşturur. İşletmeler, artan maliyetler karşısında işçi çıkarmak zorunda kalır, bu da işsizliği artırırken hane halkı gelirlerinde ciddi bir daralmaya yol açar. Öte yandan, mültecilerin düşük ücretlerle istihdam edilmesi, yerel iş gücü piyasasında dengesizlik yaratarak hem ücretlerin düşmesine hem de toplam talebin azalmasına neden olmaktadır. İşsizlik oranlarının yükselmesi, yerel ekonomilerin dengesizleşmesine yol açarken halkın cebindeki para giderek daha fazla değer kaybetmekte ve insanlar geçimlerini sağlamak için daha fazla borçlanmaktadır. Enflasyon, toplumun alt sınıflarında çok daha derin bir yoksullaşma yaratırken aynı zamanda sosyal huzursuzluğu arttırmaktadır. Düşünsenize, kirasını ödeyemeyen bir aile reisi, çocuklarının ihtiyaçlarını görece tam olarak karşılayamayan bir anne-baba, evde sevgi, saygı, huzur gibi kavramlardan uzak bir yaşantı… Bunlar bugün geçiştiriliyor olsa da yarın toplumun geniş kesiminde problemler yaratacaktır.

2024 Aralık başında devamlı gittiğim bir mekânda otururken işletmenin ortaklarından bir kardeşim yanıma gelip oturdu. Biraz hasbihalden sonra nasıl işler diye sorunca; “abi bugünlerde biraz düzeldik ama asgari ücret ne olacak onu düşünüyoruz” dedi. “Ne olacak?” dedim. “Asgari ücreti fiyatlara yansıtacağız abi, o da müşteri kaybına neden olacak, sonra personel çıkartacağız, başka ne olacak” diyerek gülümsedi. Artık herkes bu konulardaki sebep sonuç ilişkisine hâkim olmuş anladığımız kadarıyla. Ama çok rahat söyledi, demek ki aynı zamanda alışmışlar da bu döngüye. Bu örneği tüm sektörlerdeki işletmeler için çeşitlendirip benzer şekilde yaşanacağını düşünebiliriz.

Yanlış dış politika uygulamaları da enflasyonu tetikleyen önemli etkenlerden birisidir. Enerji ve gıda gibi hayati sektörlerde yüksek ithalata bağımlılık, döviz kurundaki dalgalanmalardan doğrudan etkilenir. Her döviz artışı, sofradaki ekmeği küçültürken marketteki temel gıdalara zam olarak geri döner.

Ticari ve diplomatik krizler ise ithalat ve ihracatta aksamalara yol açarak fiyat istikrarını bozar. Ülkemize dönüp baktığımızda bölgesel güvensizlik ortamı ve jeopolitik gerilimler, son yıllarda dış yatırımcıların Türkiye’ye olan güvenini zedelemiş, bu da ekonominin kırılganlığını artırmıştır.

Döviz kurundaki artış, her ürünün fiyatını artırarak halkın yaşam standardını düşürürken Türkiye’nin dışa bağımlılığı da bu sorunun temel kaynağı olmuştur. İthalatın artması, döviz kuru dalgalanmalarını tetiklemekte ve bu da temel ihtiyaç maddelerinin fiyatlarını doğrudan etkilemektedir. Doların yükselmesi hem enerji fiyatlarını hem de ithal ürünlerin fiyatlarını arttırmakta, bu da enflasyonu hızlandırmaktadır. Tabi bugünlerde döviz çok hızlı bir ivme ile yükselmiyor. Yalnız döviz yükselmiyor diye enflasyon artmıyor değil, ihracatçı firmaların iç piyasaya sattığı malın fiyatını yükselterek maliyetlerini optimize etmesine neden oluyor. Yani dövizi baskılayıp enflasyonu durduralım diye düşünürken görünmez bir müdahale şeklinde iç piyasadaki malların fiyatlarının da doğal artışına neden oluyor olabiliriz.

Tarım ve hayvancılık politikalarındaki eksiklikler, yalnızca çiftçilerin değil, tüm halkın hayatını etkileyen başka bir kriz alanıdır. Üretim planlamasının yetersizliği, bazı ürünlerde arz fazlasına bazı ürünlerde ise arz açığına neden olmuş; bu dengesizlikler fiyatlarda dalgalanmaları beraberinde getirmiştir. Çiftçiler, mazot, gübre ve tohum gibi temel girdilerin maliyetlerindeki artış nedeniyle üretim yapamaz hâle gelirken pazardaki sebze ve meyve fiyatları adeta uçmuştur. Yıllardır çözülemeyen aracı ve aracının aracısı mantığı ile son tüketiciye ulaşan gıda ürünlerinin fiyatları, vatandaşın normalde harcaması gerektiğinden daha fazla bir bütçe ile pazarda dolaşmasına sebep olmaya devam ediyor.

Yanlış teşvik politikaları da enflasyonu körükleyen önemli bir unsur olmuştur. Kredi genişlemesiyle desteklenen teşvikler, kısa vadeli talep artışı yaratmış ancak bu artış üretim kapasitesindeki artışla dengelenememiştir. Özellikle kamu tarafından inşaat sektörüne verilen yüksek teşvikler, ekonominin kaynaklarının verimsiz alanlara yönelmesine neden olmuş, bu durum sanayi, tarım, hayvancılık gibi diğer sektörlerde yanlış teşvik uygulamaları ile de devam edince üretim daralmalarını tetiklemiştir. Teşviklerin denetimsiz kullanımı kaynak israfını artırarak ekonomik yapıyı daha da kırılgan hale getirmiştir.

Diğer yandan optimum şehirleşme hızının tutturulamaması enflasyonu tetikleyen bir neden olarak karşımıza çıkar. Hem davetsiz misafirlerin milyonlara ulaşan sayısı hem de köyden, kasabadan kente göçün ivmesinin artışıyla şehirleşmenin hızla artması, Türkiye’de maliyet enflasyonunun önemli bir tetikleyicisi hâline gelmiştir. Artan nüfus ve altyapı talebi hem kamu harcamalarını artırmış hem de konut fiyatlarını yükseltmiştir. Tüketim alışkanlıklarının değişmesi, özellikle orta sınıfın büyümesiyle daha farklı ürün ve hizmetlere olan talebi artırmış, bu durum belirli sektörlerde fiyatların hızla yükselmesine neden olmuştur. Ancak eğitim ve nitelikli iş gücü eksikliği gibi sorunlar, üretim verimliliğini sınırlamış ve ekonominin toplam kapasitesini zayıflatmıştır.

Şehirleşme hızının kontrol edilememesi ve belediyelerin altyapı ihtiyaçlarını karşılayamaması, ekonomik dengesizliklere yol açarak enflasyonu olumsuz etkiler. Altyapı, şehirlerin sürdürülebilirliği için hayati öneme sahiptir, su, enerji, ulaşım ve sağlık gibi temel hizmetlerin eksikliği yaşam maliyetlerini artırabilir. Bu durum, yaşam alanlarına olan talebi yükselterek ev fiyatları ve kiraların artmasına neden olabilir. Ayrıca, altyapı yetersizlikleri trafik sıkışıklığı ve sağlık hizmetlerinde aksamalara yol açarak iş gücü verimliliğini düşürebilir, bu da ekonomik büyümeyi olumsuz etkiler. Hızla büyüyen şehirlerdeki talep, özellikle inşaat sektöründe hammadde fiyatlarının artmasına neden olabilir, bu da üretim maliyetlerini yükselterek fiyatların artmasına yol açar. Anlayacağımız, kontrolsüz şehirleşme ve altyapı eksiklikleri, yaşam maliyetlerini artırarak enflasyonu tetikler ve ekonomik dengeyi bozar.

Netice, Enflasyonun Ekonomi Üzerindeki Etkileri

Enflasyon, bir ülkenin ekonomisi üzerinde çok yönlü olumsuz etkiler yaratır ve bu etkiler yalnızca bireyleri değil aynı zamanda işletmeleri ve devlet politikalarını da yakından ilgilendirir.

Enflasyonun en yaygın etkisi, tüketicilerin alım gücünü azaltmasıdır. Fiyatların sürekli artması, insanların aynı gelirle daha az ürün veya hizmet satın almasına yol açar. Bu durum, özellikle sabit gelirli bireyler için yaşam standartlarının düşmesine ve ekonomik refahın azalmasına neden olur. Ayrıca, doğal olarak tüketiciler artan fiyatlar karşısında harcamalarını kısma eğilimine girer, bu da ekonomik büyümeyi ya da en azından stabiliteyi olumsuz etkiler.

Yüksek enflasyon, piyasalarda belirsizliğe yol açarak yatırımcıların risk algısını artırır. Özellikle uzun vadeli yatırımlarda karar almayı zorlaştırır. İşletmeler, maliyet artışlarını öngöremediği için yeni yatırımlardan kaçınabilir, bu da ekonomik durgunluğa sebep olabilir. Hatta bunun bir başka etkisi de istihdamın azalması olacaktır.

Enflasyon bir yandan gelir dağılımında bozulmanın önünü açar, özellikle düşük ve sabit gelirli kesimlerin daha fazla zarar görmesine neden olur. Örneğin, maaşları enflasyon oranında artmayan çalışanlar ve emekliler, giderek daha fazla gelir kaybı yaşar. Buna karşın, varlık sahipleri (örneğin gayrimenkul veya hisse senedi sahipleri) enflasyondan daha az etkilenir veya kazanç sağlayabilir. Bu durum, gelir eşitsizliğini artırır ve toplumsal huzursuzluğa zemin hazırlar.

Enflasyonla Mücadelede Neler Yapılabilir?

Enflasyonun kontrol altına alınması, yalnızca ekonomik istikrar değil, aynı zamanda sosyal adalet açısından da büyük önem taşır. Türkiye’de para politikaları araçlarıyla enflasyona karşı mücadelenin eskisi kadar kuvvetli olmadığı aşikardır. Uzun bir süreçte alınan yanlış aksiyonların birikimleri istenen etkinin azalmasına sebep olmuştur.

Merkez bankası ve hükümetin enflasyonla mücadelede uyum içinde çalışması şarttır. Merkez bankası, sıkı para politikaları ile para arzını kontrol edebilirken hükümetin bütçe disiplinini sağlaması gerekir. Örneğin, kamu harcamalarının sıkı şekilde kontrol altına alınması ve makul vergi reformları ile talep enflasyonu önlenebilir. Tabi bu örnekteki kamu harcamalarının kontrol altına alınması konusu öğretmenler odasındaki su sebilini kaldırmak olarak değil de daha ciddi konular ele alınarak yapılırsa faydalı olacaktır. Aynı şekilde vergi reformlarının makul olması önemlidir. Mesela aynı vergi kaleminin vatandaşın cebinden birden fazla kere alınması enflasyonla mücadele kapsamında yapılabilecek en tezat işlerdendir. Tam aksine belki de vatandaşın üzerindeki vergi yükünü sadece kısa vadede değil orta ve uzun vadede de azaltma stratejisi enflasyonu düşürebilecek bir fikirdir. Tabi devlet bütçesinin uygunluğu ve kaynaklarının kullanımının doğru yapılması bu bağlamda çok önemlidir.

Enflasyonun önemli bir kısmı, özellikle gelişmekte olan ülkelerde, gıda fiyatlarındaki artıştan kaynaklanır. Tarım ve hayvancılık sektöründe verimliliği artırmak, üretim planlamasını geliştirmek ve çiftçilere finansal destek sağlamak, teşvikleri fonksiyonel hale getirmek gıda fiyatlarının kontrol altına alınmasında kritik öneme sahiptir. Aynı zamanda tarım ürünlerinin depolanması ve dağıtımı gibi lojistik süreçlerin iyileştirilmesi de fiyat istikrarını sağlar. Burada teşviklerin fonksiyonel olmasından bahsettik, bunu şöyle anlamlandıralım. Küçükbaş hayvan destek kalemlerinde sadece erkek hayvana teşvik verip dişi hayvana teşvik vermemek gibi manasız bir destek üretimi pek de arttırmayacaktır. Neticede 100 tane erkek küçükbaş hayvanı birbiriyle çoğaltamazsınız.

Yüksek enerji maliyetleri, maliyet enflasyonunun önemli nedenlerinden birisidir demiştik. Yerli ve yenilenebilir enerji kaynaklarına yapılan yatırımlar, enerji maliyetlerini düşürerek enflasyonist baskıyı azaltabilir. Özellikle güneş ve rüzgâr enerjisi gibi sürdürülebilir çözümler, uzun vadede ekonomik istikrarı destekler. Burada önemli olan kurumların hem mevzuat altyapısını hem de fiziksel altyapıyı uygun hale getirmesidir. Mesela 2025 yılına girerken Zonguldak’taki pilot bölge haricinde dalga enerjisi tesisi olmaması ülkemiz için bazı şeylerin yavaş gittiğinin de göstergesi olabilir.

Bunlarla beraber enerji tesisi yatırımı yapmak için kurumdan lisans alma gerekliliğini biliyoruz. Lisansların adil şekilde ve makul ücretlerle yatırımı yapacak şahıs ya da firmalara doğrudan ulaşması, ilk yatırım miktarındaki pahalılığı engelleyecek ve enerji bağımsızlığının hızlandırılmasını sağlayacaktır. Aksi taktirde piyasada elden ele dolaşarak satılan lisanslar yüzünden yatırımların gecikmesi ve yatırım maliyetlerinin artması durumuyla karşılaşabiliriz.

İthalat maliyetlerindeki artışların, özellikle döviz kurlarındaki dalgalanmaların, enflasyon üzerinde önemli baskılar yarattığı açıktır. Bu nedenle, dış ticaretin akıllıca yönetilmesi ve diplomatik ilişkilerin stratejik bir şekilde kullanılması, enflasyonla mücadelede kritik bir rol oynar. Stratejik ticaret anlaşmaları, özellikle üretim ve tedarik zincirlerinde yerli kaynakların daha verimli kullanılmasını sağlamak açısından büyük önem taşıyacaktır. İthalatın yerli üretimle ikame edilmesi, döviz ile mal alma ihtiyacını azaltarak döviz kuru dalgalanmalarına karşı daha dayanıklı bir ekonomi yaratabilir.

Özellikle yüksek teknoloji gerektiren ürünlerde, yerli üretim kapasitelerinin arttırılması, uzun vadede ekonomik bağımsızlık için kritik bir adım olacaktır. Bunun yanı sıra, ticaretin çeşitlendirilmesi de önemli bir strateji olabilir. Dış ticaretin yalnızca birkaç ülkeye bağlı kalmaması, alternatif pazarlara yönelmek, ekonomik şoklara karşı direnci artırabilir. Diplomasi, bu süreçte devreye girerek yeni ticaret anlaşmalarının yapılmasını ve mevcut anlaşmaların gözden geçirilmesini sağlar. Böylece, ithalat maliyetlerinin yüksek olduğu dönemde dış ticaretin daha stabil hale gelmesi sağlanabilir.

Ayrıca, ithal edilen ürünlerin yerli alternatiflerinin geliştirilmesi, enflasyonun düşürülmesinde etkili bir çözüm olabilir diye düşünüyorum. Yerli alternatiflerin yaratılması, aynı zamanda istihdam yaratacaktır. Uzun vadede, bu tür yapısal değişiklikler, ekonomik büyümeyi sürdürülebilir kılarak, enflasyonla mücadelede önemli bir araç haline gelebilir.

Önceden makroekonomik modeller, sadece geçmişe bakarak geleceğin geçmişe benzeyeceğini varsayardı. Durum böyle olunca insanlar tahminen nelerle karşılaşacağını biliyorlardı. Bugünlerde insanlar bilinçli ve rasyonel oldukları taktirde, hükümetlerin alacakları aksiyonları daha doğru tahmin edebiliyorlar. Böylece kendi eylemlerini hükümetin izleyeceği politikalara uyumlu hale getirip kendi şahsi mali durumları üzerindeki etkilerini azaltabiliyorlar. Tabii bunun gerçekleşebilmesi için vatandaşın bilinçli ve eğitimli olması şerhini koymak gerekiyor. Bugün etrafımıza dönüp baktığımızda tüketim konusunda bir cinnet hali var gibi görünüyor. Hemen hemen herkes ihtiyacı olmayan tüketim malzemelerini satın almak konusunda çok rahat hareket ediyor. Vatandaşın tasarruf ve yatırım konseptlerine alışıp satın alma eğilimlerini değiştirmesi ülkedeki enflasyona da, vatandaşın cebine de olumlu etki yaratabilir. Size bir örnek vereyim; çok ünlü bir markanın 10.000 liralık ayakkabısı yüzde elli indirime girdiğinde insanlar sıraya giriyor, hatta arkadaşlarını da beraberinde sürüklüyor. Kredi kartından ödemesini yapıp ayakkabısını alıyor ve ay sonuna borçlanmış oluyor. Aldığı ürünü belki 1 yıl giyecek sonra çöp… Ama ülkenin en büyük şirketinin hissesinin fiyatı yarıya düşünce korkup elindeki hisseyi satıyor. Halbuki hisse fiyatının düşüş vakti tam da alınması gereken vakit olabilir. Neden daha bilinçli olmak gerektiğini anladığınızı düşünüyorum.