fcfc940e-abad-4ee2-8bfb-1be072f6185d

Bir Mikro İktidar Alanı Olarak Boğaziçi Üniversitesi

Boğaziçi Üniversitesi’ne tepeden gerçekleştirilen rektör ataması esnasında bir köşe yazarının “elitizm” tanımlamasına karşı birçok kişi tepki vermişti.
Getting your Trinity Audio player ready...

Boğaziçi Üniversitesi’ne tepeden gerçekleştirilen rektör ataması esnasında bir köşe yazarının “elitizm” tanımlamasına karşı birçok kişi tepki vermişti. Yine aynı minvalde hadiseyi merkez-çevre teorisi üzerinden okumanın geçersizliğine dair yorumlar yapıldı. Türkiye’deki sosyo-ekonomik yapının giriftliği karşısında bu gibi kavram ve kuramların son derece indirgemeci oldukları muhakkak. Peki o zaman var olan durumu nasıl okumak gerekiyor? Bu yazı, Boğaziçi Üniversitesi etrafında halen daha dönmekte olan tartışmaya, akademik dünyadaki egemen kanıya eleştirel bakan bir katkı çabası olarak okunmalıdır. Şunun altını çizmek isterim ki; burada odaklanılan öncelikle sosyal bilim alanlarındaki özne ve yapılardır çünkü yazarın fen bilimlerindeki durum hakkında kalem oynatmaya yetecek malumatı yoktur.

Hegemonik ilişkileri ulusal düzeyde tek bir iktidar “merkezi” ve onun “çevresindeki” madun bireyler ya da gruplar üzerinden okumak sorunludur. Toplumsal yapı, yalnız ve izole bireylerin teker teker ulusal düzeydeki iktidar merkezi ile kurduğu hiyerarşik ilişkiler bütünü değildir. Pierre Bourdieu’nun kavramıyla ifade edecek olursak; toplum, çeşitli sosyolojik “alanların” yekûnudur. Her toplumsal “alanın” (champ/field), merkezî hegemonyadan çeşitli düzeylerde özerk olan bir iktidar yapısı, ilişki ağ ve biçimleri mevcuttur. Akademi de Boudieu’ya göre böyle bir alandır. Bu mikro iktidar alanlarının, kendi öznelerini inşa eden ve özneler-arası ilişkilerine biçim veren, çoğu zaman da yazılı olmayan, disipline edici yasaları, algı kalıpları, makbul performans parametreleri mevcuttur. Bu toplumsal alanlardaki bireylerin düşünüş ve eylem biçimlerini düzenleyen ve yeniden üreten bir “habitus” mevcuttur. Bourdieu’ye göre habitus; bir alan içerisindeki hâkim sosyal ve kültürel nizamın yeniden üretildiği, grup üyelerinin paylaştığı içselleştirilmiş yapılar, algı, eylem ve kavram biçimlerinin bütünüdür. Toplumsal alanlar, habitusları üzerinden kendi iç iktidar ilişkilerini, alanın sınırlarını, gruba dahil olma/dışlanma şartlarını ve hatta neyin söylenip, neyin söylenemeyeceğini düzenlerler. Bir anlamda kendi öznelerini inşa ederler. O toplumsal alana dahil iseniz sadece sosyal bilişsel yapının bir parçası olmamalı, bunu “performansınızla” da göstermelisiniz.

Üniversiteler ve özelde Boğaziçi Üniversitesi de kendi hegemonik ilişki biçimlerini yeniden üretebilen, otonom bir “mikro-alandı(r)”. Ulusal düzeydeki politik iktidar merkezi, bütün toplumsal (yarı-)otonom iktidar alanlarını direkt olarak kendi ulusal hegemonyasına tabi kılma çabası içerisindedir. Takımadalar halinde yaşayan, ulusal düzeydeki merkezi iktidara paralel olarak varlığını belirli bir özerklikte sürdüren ve çeşitli konularda siyasi hegemonyaya karşı üretilen söyleme meşruiyet kazandırma istidadına sahip olan bu alanlar, siyasi iradenin kaçınılmaz olarak hedefindedir. Mesleki örgütlenmelerden tutun üniversitelere, oradan kültür-sanat faaliyetlerine kadar merkezî iktidara direnebilen ve bu direnci kendi alanındaki hegemonyasından devşiren yapılar birer birer çözülmekteler. Mikro iktidar “takımadaları” görünümdeki alanlar, zorla monolitik bir devasa kara parçası haline getirilerek tek bir merkezi iktidarın mutlak egemenliğine bağlanmak istenmektedir. Bu siyasal makro iktidar alanı, mikro iktidar alanlarının metazori içinde eritildiği bir Leviathan’dır. Ancak bu demek değildir ki; bu yarı-özerk ve direnen mikro-alanlar demokratik nizama sahiptirler.

Bir mikro iktidar alanı olan Boğaziçi Üniversitesi’nin politik hegemonyanın merkezinden bir müdahale ile rahatsız edilmesi tabii olarak bir aksülamel yaratacaktı. Bu mikro alan, dahili iktidar araçları vasıtasıyla (atamalar, yükseltmeler, komisyonlar, komiteler, networkler vb. üniversite içerisinde kullanılabilecek bilumum iktidar enstrümanları) ideolojik homojeniteyi (ve dahi hegemonyayı) azami ölçüde muhafaza etmektedir. Örneğin, seçeceğiniz bir sosyal bilim disiplinindeki akademisyenlere soracağınız “son genel seçimde hangi partiye oy verdiniz” sorusuna alacağınız cevapların ortaya çıkaracağı istatistik size bu hususta bir şeyler anlatacaktır. Bu mikro alanın içerisinde heterojen görüntü veren topluluk, üniversiteye sadece yazılı sınav sonuçlarına göre giren öğrencilerdir. Ancak, homojen bir politik müktesebatın tornasına giren öğrencilerin (sosyal bilimler için konuşuyorum bilhassa) zamanla yaşadıkları tahavvül, şüphesiz şahitlik etmeye veya bilimsel bir araştırmanın konusu olmaya değer bir husustur. Belirli bir ideolojik pozisyona intibakın bu alan tarafından kültürel sermaye olarak addedilmesi, öğrencinin bu habitusa uyumlaştırılmasını temin eden amillerden biridir.

Hiyerarşik ve dikey bilgi/yorum akışının dimağlar üzerindeki olası dönüştürücü tesirlerinin yanında bir de müesses öğrenci ekosisteminin yatay etkisini hesaba kattığımızda, aile ve sosyal çevreden gelen güçlü zihinsel direniş hatlarına sahip olmayan ortalama bir öğrencinin (evet, kaideye uymayan çoğu zaman, çoğu yerde mevcuttur) bu habitus içerisinde nasıl bir özne olarak inşa edileceğini tahmin etmek zor olmasa gerektir. İşte buradaki hegemonyayı ve ideolojik sürekliliği sürekli yeniden üreten özneler öncelikle hocaların kendisidir. Yukarıdan yapılan müdahale, öğrencilerin hayatlarında çok da bir şey değiştirmeyecekken hocaları ve onların bu mikro alandaki fikri iktidarlarını tehlikeye atmaktadır. Çünkü yukarıda sayılan üniversite içi iktidar vasıtalarının kaybı sürüp giden Boğaziçi müesses nizamını ters yüz edebilecek bir potansiyel taşımaktadır. Kim bilir belki bir gün (hafazanallah) bir Türk milliyetçisi sözde “faşist” bile Boğaziçi’ndeki bir sosyal bilim departmanında hoca olabilecektir. Bu konuda Mim Kemal Öke’nin anlattıklarına kulak verilirse ne dediğimiz daha iyi anlaşılacaktır.

Bu mikro iktidar alanı kaçınılmaz olarak belli “makbul Boğaziçili performansları” da talep etmektedir. Bu makbul performans beklentisi içerisinde, mesela, rektör seçimlerinin, üniversite yönetme fiilinin mahiyeti gereği pek de rasyonel bir uygulama biçimi olmadığına ve en gelişmiş ülkelerde de öğretim üyelerinin bütününün rektörü seçtiği örneklere pek rastlanmadığına dair dile getirebileceğiniz itirazları yutmanız kaçınılmazdır. Çünkü Boğaziçi mikro alanının habitusu size özne olabilmek için “seçilmiş rektör” talep etme zorunluluğu getirmektedir. Bu performanslara dahil olduğunuz müddetçe, başınızdaki başörtüsü (bir gün aydınlanacağınız umuduyla!) bir sorun teşkil etmeyecektir. “Kürt özgürlük hareketine” sempati ya da en azından empati ile yaklaşmanız, İslamcı konumuzu da tolere edilebilir kılacaktır. Yine aynı şekilde, kampüste şiddet içerikli “gerilla marşları” makbulken Zeytin Dalı Harekâtı’nın başarısını kamusal olarak anmak “makbul Boğaziçili” olmamak anlamına gelecektir. Ya da örneğin, eşcinsel evliliğe karşı olmak bir tercih değil, bu mikro-alanın varsayılan “çoğulculuk” kültürünün pek de tahammül edemeyeceği gayri-meşru bir hezeyan olacaktır. Burada verilen örnekler hususunda şahsi tutumum bende saklıdır ve buranın konusu değildir. Vurgulanmak istenen, Boğaziçi ve benzer mikro alanların habitusunun disipline edici ve pek de öyle müsamahakâr olmayan etkileridir.

Şurası muhakkak ki Boğaziçi sıradan bir üniversite değil, Türkiye’nin en saygın birkaç devlet üniversitesinden biridir. Türkiye’nin en gözde öğrencilerinin eğitim aldığı bir kurumdur. Bu kuruma bu ayrıcalığı veren üniversitenin idari başarısı veya hoca kalitesinden ziyade gelen öğrencilerin niteliğidir. Foucault’a göre bir söylemin üretildiği “kurumsal mevziin” (institutional site) niteliği, o söylemin meşruiyetini ve etkisi de belirler. Boğaziçi Üniversitesi’nin Türkiye’deki konumu gereği burada yaşanacak ideolojik bir “mevzi” kaybı mühimdir. Ayrıca buradaki hadisenin nedenlerinden birisi de geleceğin “elitlerinin” dünya görüşlerini etkileme kavgasıdır. Meseleyi özgürlük-tutsaklık üzerinden normatif olarak okuyarak pozisyon almak yanlış bir dikotomidir. Kavga, bir mikro alanın iktidarı kavgasıdır ve galibin mağluba, mağlubun galibe bu kavga özelinde ahlakî bir üstünlüğü yoktur. Kendi pozisyonunu “bilim söylemi” üzerinden “tarafsızlaştırmak” Schopenhauerci bir retorik stratejidir. Boğaziçi’nin iç müesses nizamı, “bilimsel” değil “ideolojik” bir pozisyon almakta ancak konumunu “bilimsel söylem” üzerinden “tarafsızlaştırarak” ahlakî bir hiyerarşi kurmaya çabalamaktadır. Kavga, tarafsız bir bilim kurumuna yapılmış ideolojik bir saldırı değil, ideolojik bir mevziiye yapılmış ideolojik bir saldırıdır. Bu müdahaleye muhalefet edenlerin, “bilimsellik”, “tarafsızlık”, “demokrasi” gibi “boş imleyenleri” sahip olunan ideolojik pozisyonlara paravan yapması inandırıcılıklarını zedelemektedir. Ulusal düzeydeki siyasal hegemonya, özerk alanları birer birer ortadan kaldırarak iktidarı elinden geldiğince merkezileştirme çabası içerisindedir. Ancak buna direnen mikro iktidar yapılarının mahiyeti de kavga edilen merkezden daha az “totaliter” (kavramı kasıtlı kullanıyorum) değildir. Küçük grup ve iktidar alanlarında totaliter kontrol ulusal düzeyden daha olası ve kolaydır. Bu sebeple eline fırsat geçse hak eden Türk milliyetçisi bir genci ideolojik saiklerle lisans öğrencisi bile kabul etmeyecek olanların siyasi iktidara karşı “demokrasi” yakarışları toplumun geneli açısından hiç de inandırıcı değildir.