|
Getting your Trinity Audio player ready...
|
Kadına yönelik şiddet, en yalın tanımıyla; kadının fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik bütünlüğüne, yalnızca kadın kimliği nedeniyle yöneltilen her türlü eylem, tehdit, baskı veya kısıtlama biçimini ifade etmektedir. Bu olgu, toplumsal cinsiyet temelli güç asimetrilerinin en görünür tezahürlerinden biri olup bireysel şiddet eylemlerinin ötesinde, yapısal ve kültürel bir olgu niteliği taşımaktadır. Kadına yönelik şiddet örüntüleri, eğitim düzeyi ve sosyoekonomik koşullar ekseninde farklılaşmakta; bu bağlamda kadınlar arasında iki temel kategori gözlemlenmektedir: i) ekonomik bağımsızlığını kısmen ya da tamamen elde etmiş, eğitim hakkına erişim sağlamış kadınlar ile ii) eğitim düzeyi düşük, ekonomik kaynaklara erişimi sınırlı kadınlar. Mevcut araştırmalar, ilk gruptaki kadınların şiddete maruz kalma oranlarının ikinci gruba kıyasla görece daha düşük olduğunu ortaya koymaktadır. Bununla birlikte, hukuki bilgiye erişim düzeyi, farkındalık ve kurumsal başvuru mekanizmalarına hâkimiyet, şiddetin ifşasında belirleyici bir faktör olarak öne çıkmaktadır. Dolayısıyla, eğitimli ve ekonomik olarak bağımsız kadınların şiddetle mücadelede görünür başarı oranı, bu yapısal avantajlardan beslenmektedir.
Fakat sosyoekonomik konumu güçlü olan kadınlarda dahi şiddetin ifşası, farklı dinamikler nedeniyle sorunlu bir alan olmaya devam etmektedir. Bu grupta, özellikle statü, toplumsal prestij ve profesyonel itibarın korunması kaygısı, ifşa sürecini sınırlandıran önemli faktörler arasında yer almaktadır. Ayrıca, eğitimli ve çalışan kadınlara yöneltilen “şiddetle daha etkin mücadele etme” yönündeki toplumsal beklenti, ataerkil sistemin yeniden üretim biçimlerinden biri olarak, kadına sembolik bir sorumluluk yüklemektedir. Bu durum, kadının özerklik alanını genişletirken aynı zamanda patriyarkal normların baskısını farklı biçimlerde yeniden üretmektedir. Sonuç olarak, kadınların yaşadığı şiddet biçimleri sosyoekonomik konuma göre değişiklik gösterse de, her iki kesim de ataerkil yapının farklı tezahürleriyle karşı karşıya kalmaktadır.
Toplumsal cinsiyet normları hakkında bilinçlenme, kadının elde ettiği hukuki kazanımlar ve ekonomik bağımsızlık, kadınların uğradıkları şiddete karşı hukuki mücadele refleksini kazanmasında büyük bir rol oynamıştır ve oynamaya devam etmektedir. Fakat uğradığı şiddete karşı hukuki yollara başvurmaktan korkan veya utanan baskın bir çoğunluk bulunmaktadır. Bu durum, ekonomik bağımsızlıkla da doğrudan ilintilidir. Öte yandan, hukuki yolların haricinde toplum içerisinde şiddete uğradığının bilinmesiyle statüsünün zarar göreceğini düşünen kadın, bu durumu gizleme eğilimine yönelebilmektedir. İstanbul’da yüksek eğitimli 20 kadının %80’i, adalet sistemine güvensizlik ve sonuçlardan korkma gibi nedenlerle şiddeti yetkililere bildirmekten kaçınmıştır [1]. Ataerkinin duvarlarını yıkarak kazanımlarını elde eden kadın, haklı bir dürtüyle, toplumun kadın kimliği sebebiyle statüsünde bu şiddeti bir “leke” olarak işaretleyeceği çekincesini taşıyarak var olanı koruma yöntemini tercih edebilmektedir.
Kadına yönelik şiddetin görünür yüzüne ilişkin genel tablo, çoğunlukla, kadının eğitim düzeyinin ve ekonomik statüsünün düşmesiyle birlikte şiddet riskinin arttığı yönünde bir okuma sunmaktadır. Kadınların ekonomik ve sosyal bağımsızlık düzeyi azaldıkça, şiddete maruz kalma ihtimali artış göstermektedir. Bu durum, patriyarkanın yalnızca bir toplumsal sistem değil, aynı zamanda erkek bireylerin sosyalleşme sürecinde içselleştirdikleri bir iktidar dili olduğunu ortaya koymaktadır. “Şefkatli” ataerkil yapının koruyucu kisvesi altında büyüyen erkek bireyler, kadına yönelik şiddet eğilimini bir güç göstergesi olarak öğrenmektedir; zira bu bireyler, kadın üzerinde iktidar kurmayı meşrulaştıran kültürel kodlarla şekillenmektedir.
Bununla birlikte bu kodların tüm erkek bireyler için geçerli olmadığı açıktır. Ancak toplumsal değer sistemlerinin (dini, milli ya da ahlaki) denetleyici ve normatif gücünü yitirdiği durumlarda, etik sınırlar aşınmakta; insani değerlere dayanmayan erkeklik kurguları, kadına yönelik güç gösterisini yeniden üretmektedir. Eğitim olanaklarına erişemeyen veya etik–değer normlarıyla kendisini geliştiremeyen erkek bireylerde bu eğilim daha belirgin biçimde gözlemlenmektedir.
Öte yandan, bazı topluluklarda erkeklik değerleri bizzat şiddeti besleyen bir normatif yapı içerisinde yeniden üretilmektedir. Bu tür topluluklarda, kültürel ve eğitimsel sistemler ataerkil referanslardan beslendiği için toplumsal dönüşüm yönünde bir “iyileşme hattı” izlenmesi güçtür. Erkek bireyin ekonomik kaynaklarının azalması veya toplumsal iktidar alanının tehdit altında olduğunu hissetmesi durumunda, kontrol kaybı algısı şiddet davranışlarını tetikleyebilmektedir. Başka bir deyişle, erkeğin iktidar alanı daraldıkça, şiddete yönelme olasılığı artmaktadır. Bu bağlamda, şiddet eğiliminin yalnızca sosyoekonomik koşullarla değil, erkekliğin toplumsal inşa biçimiyle doğrudan ilişkili olduğu söylenebilecektir.

Tablo 1 [2]
TÜİK’in hazırladığı kadına yönelik şiddet araştırmasında, ayrıntılı şiddet tiplerine göre, ekonomik bağımsızlık gözetilmeksizin eğitim durumları üzerinden bir okuma yapmak mümkündür. Bu veriler, şiddetin eğitim ve ekonomik düzeyle birlikte biçim değiştirdiğini göstermektedir; ancak yüksek sosyoekonomik statüdeki kadınlara uygulandığı görülen şiddet biçimleri, bu tablonun doğrudan konusu değildir. Bu noktada mesele, şiddetin biçimsel dönüşümüdür. Eğitime ulaşabilme, ataerkil kodları yoğun yaşayan veya yaşatan toplumlarda kadın için oldukça değerli bir eşiği temsil etmektedir. Ekonomik bağımsızlığa giden yolda önemli bir rol oynayan eğitim hakkı, kadınların patriyarka pratiklerini etkili düzeyde değiştirerek hayatlarında daha eşitlikçi bir yaşam hakkına olanak tanımaktadır. Tabloda eğitim düzeyi düştükçe, fiziksel ve ekonomik şiddet oranları artmakta; özellikle hiçbir okul bitirmemiş kadınlarda ekonomik şiddet oranı %5,3’e kadar çıkmaktadır. Bu tablo, eğitimin kadını ekonomik bağımlılıktan koruyan bir bariyer işlevi gördüğünü ve bağımlılığın azaldığı ölçüde fiziksel şiddet riskinin de gerilediğini göstermektedir. Eğitim, şiddetin tüm biçimlerini ortadan kaldırmasa da kadının direnç kapasitesini ve görünürlüğünü artırarak onu daha korunaklı bir konuma taşımaktadır.
Ancak bu durum, yükseköğrenim görmüş kadınların şiddetten tamamen azade olduğu anlamına gelmemektedir. Eğitim seviyesi arttıkça; ısrarlı takip, psikolojik manipülasyon ve dijital şiddet vakalarının artış göstermesi, kadınların kamusal alanda ve dijital mecralarda daha etkin varlık göstermelerinin, patriyarkanın denetim mekanizmalarını yeni biçimlerde yeniden ürettiğini ortaya koymaktadır. Bu çerçevede modernleşen erkeklik olgusu, fiziksel baskıdan ziyade, sembolik, psikolojik ve teknolojik araçlar üzerinden iktidarını yeniden inşa etmektedir. Dolayısıyla eğitim, şiddetin niceliğini azaltmakla birlikte, niteliğini dönüştürmekte; patriyarka, çağın araçlarını kullanarak varlığını farklı biçimlerde sürdürmektedir.
Erkekliğin toplumsal inşa biçimine ilişkin bu kurguya, yüksek sosyoekonomik düzeydeki kadınlara yönelik “görünmeyen” şiddet biçimlerinde rastlanmadığını varsaymak, önemli bir analitik hatadır. Şiddetin yalnızca fiziksel veya doğrudan gözlemlenebilir tezahürlerle sınırlı olduğunu düşünmek, olguyu dar bir çerçeveye -özellikle sosyoekonomik değişkenlere- indirgemek anlamına gelmektedir. Oysa patriyarkal iktidar, farklı sınıfsal ve kültürel bağlamlarda biçim değiştirerek varlığını sürdürmekte; dolayısıyla görünmeyen şiddet biçimleri de en az fiziksel şiddet kadar belirleyici işlevler üstlenmektedir. Şiddet eğilimi olan bir erkeğin, iktidar alanı olan kadın (veya çocuk) üzerinde gücünü ispatlamak için ekonomik yetersizlik içinde olmasına gerek yoktur. Gelir veya eğitim düzeyi yüksek olan erkeklerde de şiddet eğilimi gözlemlenmektedir. Bu şiddet eğilimi, ağırlıklı olarak fiziksel değilse bile; şekil değiştirerek manipülasyon, mobbing, ekonomik baskı ve dijital şiddet olarak kendisini göstermektedir. Fakat eğitim düzeyi arttıkça, kadına karşı şiddet, topluluklar içerisinde normalleştirme kalıplarından çıkarak “suç” veya “ayıp” olarak kabul görmeye başlamaktadır. Bu durum, engelleyici bir faktör olsa da, şiddetin tamamen önüne geçememektedir. Kadınların paylaşımlarına göre, özellikle çalışan kadınlara yönelik olarak görülen ısrarlı takip vakalarında, erkeklerin bu şiddet biçimiyle kadınların aile ve arkadaşlık ilişkilerini zedelemeyi, iş yaşamlarını sekteye uğratmayı ve onları sosyal ve mesleki çevrelerinden yalıtarak sürekli bir şiddet döngüsüne mahkûm etmeyi amaçladıkları anlaşılmaktadır.[3]
Şiddete uğrayan kadınlarda ise hukuki bilinç, çevre desteği ve bağımsızlık öğeleri, şiddetin görünürlüğünü artırmaktadır. Fakat sanılanın aksine; tüm bağımsız kadınların uğradıkları şiddeti paylaştıklarını söylemek doğru olmayacaktır. Gizlemenin temel motivasyonunun statü ve itibar kaygısı olduğu ortaya konmuştur. Özellikle yüksek sosyoekonomik statüye sahip kadınlar, şiddetin ortaya çıkması durumunda, sosyal statülerinin ve mesleki imajlarının zarar göreceğinden endişe duymaktadır. Bu kaygılar, toplumsal damgalanma korkusu, aile namusunun korunması ve kadın erdemini aile itibarına bağlayan ataerkil normlara bağlılık gibi daha geniş kültürel faktörlerle kesişmektedir. [1] Bu gizleme davranışının altında, özetle statü kaybı, ayıplanma ve dışlanma gibi sebepler yatmaktadır. Kadın, kazanımı olan statüyü sarsmamak adına “kendi adına getirilen bir zarar” olarak gördüğü şiddeti, saklama eğilimine gidebilmektedir. Bu saklama davranışı, alt sınıflarda bağımsızlık eksikliği ve toplumsal cinsiyet normlarıyla açıklanabilirken, orta ve üst düzeyde bu bağlam daha az görülmektedir. Orta ve üst sınıflardaki kadın, kazanımı olan statünün sarsılmasına olanak verecek bir alan yaratmak istememekle birlikte, kendi inşa ettiği iktidar kazanımına da “güçsüz” bir görünüm eklemek istememektedir.
Kadına yönelik cinsel taciz ve istismar, çoğu zaman yalnızca kırılgan ve düşük gelirli grupların meselesi olarak algılanmıştır. Oysa #MeToo hareketi, bu kalıpları sarsarak uzun süre sessiz kalmış bir başka kesim olan orta ve üst gelir grubundaki kadınların deneyimlerini görünür kılmıştır. Toplumsal statüleri gereği “korunmakta” oldukları varsayılan bu kadınlar, aslında güç ilişkilerinin en yoğun yaşandığı medya, sanat, akademi ve siyaset gibi profesyonel alanlarda, sistematik bir baskı ve cinsel şiddetle karşı karşıya kalmışlardır.
2017 yılında sosyal medyada #MeToo etiketiyle başlayan küresel paylaşım dalgası, özellikle bu kesimden kadınlara yalnız olmadıklarını gösteren bir kırılma anı yaratmıştır. Bu hareket, şiddetin yalnızca fiziksel ya da ekonomik düzlemde değil; otorite, hiyerarşi ve statü üzerinden de yeniden üretildiğini ortaya koymuştur. Böylece suskunluk duvarı, en beklenmedik yerden, kamusal görünürlüğü olan kadınlardan çatlamıştır.
Hareketin yankısı, cinsel şiddetle yüzleşmenin yalnızca mağduru korumak değil, kurumsal yapıları da dönüştürmek anlamına geldiğini hatırlatmıştır. Kadınlar, sahip oldukları eğitim, unvan veya ekonomik güce rağmen, patriyarkanın kurumsal kodları karşısında savunmasız kalabildiklerini açıkça dile getirmiştir. #MeToo bu açıdan, “güçlü kadının bile sessiz kalmaya zorlandığı” yapısal bir eşitsizliğe karşı bir itiraflar zinciri olarak okunabilir. Sonuçta hareket, yalnızca ifşaların toplamı değil; statü, sessizlik ve itibar arasındaki ilişkinin çözülmeye başladığı bir toplumsal sorgulama alanına dönüşmüştür. #MeToo, görünmeyenin konuşulabilir hale geldiği, sessizliğin politik bir anlam kazandığı bir dönüm noktasıdır.
Toplum, kadına yönelik şiddette suçlunun şiddeti uygulayan erkek olduğunu kabul edip içselleştirene dek, kadınların kendilerine yönelik bu saldırıyı ifşa etmesi tam anlamıyla mümkün değildir. Her türlü gelir, eğitim ve ekonomi durumunda artış ve azalışlar olsa da, kadınlar kendilerine uygulanan şiddeti açığa çıkarmada toplumun kendilerine yönelik tepkisinden çekinmektedir. Bu da, şiddeti meşrulaştırarak yeniden uygulanmasının, özellikle şiddetin aynı şahıs tarafından tekrar eden biçimde uygulanmasının önünü açmaktadır. Toplumun bir kadının sıfatı ne olursa olsun, şiddet görmesini normalleştirmeden, davranış kodlarını yeniden şekillendirmesi elzemdir.
Kaynakça
- Seman, H., & Ceylan, F. (2024). Women’s reluctance to report violence in public and private spheres: A study in Istanbul, Turkey. Istanbul Journal of Social Sciences and Humanities.
- Türkiye İstatistik Kurumu (2025). Türkiye’de Kadına Yönelik Şiddet Araştırması 2024, https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=Turkiye-Kadina-Yonelik-Siddet-Arastirmasi-2024-57940
- Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı. (2017, Mayıs). Kadına yönelik şiddet değerlendirme raporu. https://www.morcati.org.tr/attachments/article/466/kadina-yonelik-siddet-degerlendirme-raporu.pdf , Erişim Tarihi: 11.11.2025.