Getting your Trinity player ready...
|
Bir ülkenin çöküşü bazen sessiz ve derinden başlar. Çatırtılar alenen duyulmasa da temellerin altında yankılanan sarsıntı git gide büyür. Toplum, önce göze görünmeyen bir sisin içinde yolunu kaybeder ve sonra hakikatin yerini illüzyonlar, bilginin yerini etiketler, liyâkatin yerini ise biat ve sadakat alır. Artık yalnızca bireyler değil, kavramlar da kimliğini yitirmiş, akademi bilime karşı, entelektüel hakikate karşı, “diploma” ise emeğe ve gerçek olana karşı konumlanır. Türkiye’de dört yüze yakın akademisyenin sahte diplomalarla unvan sahibi olmasının ve içlerinden bazılarının muhtelif yükseköğretim kurumlarında görev yapıyor olmasının tek başına bir suç fiilinden ibaret olmadığını en başta ifade etmek istiyorum. Bu hadise, Fransız filozof ve toplum teorisyeni Michel Foucault’nun Kelimeler ve Şeyler kitabında ifade ettiği şekliyle, tastamam bir “epistemik kırılma”nın tezâhürüdür. Bilginin artık gerçeklikle değil, iktidarla olan bağının belirleyici olduğu, hakikatin temsil değil, tasarımlandığı bir düzenin dışavurumudur. Dolayısıyla sahte akademisyen, yalnızca bir sahtekâr değil; sistemin hakikati dönüştürme kapasitesi ve potansiyelinin yaşayan, canlı kanlı kanıtıdır.
Sahte olanla hakîki olanın ayırt edilemediği, hatta sahteciliğin yeni bir norm olarak kurumsallaştığı ve rağbet gördüğü bir toplumsal düzenin içerisinde dört yüz civarında akademisyenin sahte diplomalarla üniversitelerde görev yaptığına dair haber, ilk anda bir skandal gibi sunulduysa da esasen bir sistemin kendi iç mantığına uygun sonuçlarından yalnızca biri olduğu kanaatindeyim. Çünkü burada esas sorun, sahtekârların nasıl yükseldiğinde değil, onların yükselmesini mümkün kılan bir iktidarın düşünüş ve eylem biçiminde olduğununun altını çizmek gerekiyor. Foucault’nun bilgi-iktidar ilişkisine dair yaptığı çözümlemeler bu bağlamda oldukça belirleyici. Foucault, iktidarın yalnızca baskı kuran değil, aynı zamanda o iktidarın bilgi üretme, düzenleme ve dağıtma kapasitesiyle işleyen organize bir ağ olduğunu belirtir ve “bilgi”nin sadece bilinen değil, aynı zamanda, hatta daha fazla, bizzat iktidarın şekillendirdiği ve kamusal alanın kullanımına sunduğu bir olgu olduğunu söyler. Türkiye’de akademik unvanların artık bilgiyle değil, iktidarla olan ilişkiyle şekillendiğini, üniversitelerin ise bilgiyi üretme ve işleme kurumu olmaktan çıkarak iktidarın dikte ettiği bilgiyi temsil eden suretleriyle dolup taştığını üzülerek ifade etmeliyim. Kamusal alanın her yerinde olan sahtelikler bu sûretlerin yalnızca en görünür hali. Yani burada hakîkatin yerine geçmekle kalmayan, aynı zamanda sistemin kendi içinde teşvik edilen, desteklenen ve hatta çoğu zaman ödüllendirilen bir sahtecilik pragmatizmi söz konusu. Yine Foucault’nun, bu kez “disiplin toplumu” kavramıyla tanımlayabileceğimiz yapının burada nasıl işlediğini görmek gayet mümkündür. Şöyle ki; disiplin toplumu, bireyleri eğiten, gözleyen, sınıflandıran ve normalleştiren bir mekanizma üretirken buna karşı Türkiye’deki kurumsal yapının ve kamusal alanın, bu mekanizmayı tersinden işleten bir sosyal praksis modelini devreye soktuğu görülüyor. Eğitim de dahil olmak üzere kamunun her sahasında sahteciliği görmezden gelen, gözlemi keyfiyete indirgeyen, sınıflandırmayı sadakat ve biat üzerinden yapan ve normallik yani olağanlık sınırlarını hakîkatin değil, itaatin belirlediği bir modeldir bu. İşte bu durumda sahte bir akademisyen, sistemin dışında kalan bir sapma değil; sistemin kendisi tarafından inşa edilen “makbul akademisyen” tipinin yalnızca farklı bir veçhesi olarak karşımıza çıkar.
Burada ferdî ve toplumsal ahlakın çöküşünden söz etmek doğru olmakla birlikte, bu çöküşü yalnızca bireysel niyetlerle açıklamak eksik kalır. Çünkü ahlak, tıpkı bilgi gibi iktidarın kendisini yeniden ürettiği bir alandır ve bireyler, iktidarın belirlediği normlara göre kendi üzerlerinde denetim uygularlar. Ancak Türkiye’de bu öz-denetim, bilgiye, ehliyete ve hakîkate karşı değil, sistemin sadâkat ve biat ölçülerine göre çalışmakta, bilginin yerine sadâkat, liyakatin yerine aidiyet, hakikatin yerine illüzyon geçmiştir. Ve bu geçiş, bir gecede gerçekleşmiş bir sapma değil; uzun süredir işleyen ve giderek kurumsallaşan bir iktidar mantığının sonucudur. Bu bağlamda Foucault’nun daha önce ifade ettiğim ve “kırılma” haliyle tarif ettiğim episteme kavramı, yani belirli bir çağın düşünme ve bilme biçimi, günümüz Türkiye’sinde sahiciliğin değil, sahte olanın episteme haline geldiğini işaret etmektedir.
Güncel örnek üzerinden devam edelim. Sahte diplomalı akademisyenler, yalnızca kendi bireysel çıkarlarını maksimize etmiş aktörler değildir; aynı zamanda sistemin bilgi ve hakîkatle kurduğu ilişkiye dair radikal bir ifşadır da. Onların yükselişi, bilgeliğin değil, görünüşün; yetkinliğin değil, aidiyet ve sadâkatin; sorgulamanın değil, itaatin ödüllendirildiği bir yapının içsel mantığını yansıtır. Bu noktada artık mesele, diplomaların gerçekliğinden ve müstakil değerlerinden çok, o diplomanın kendisinin neyi temsil ettiğine dairdir. Bir toplumda diploma, bilgiye ve emeğe dayalı bir otorite göstergesi olmaktan çıkıp yalnızca bürokratik bir kartvizite dönüşüyorsa o toplumda maalesef ne bilgi meşrudur ne de kurumsal güven. İşte burası Alman sosyolog Niklas Luhmann’ın güven teorisiyle Foucault’nun bilgi-iktidar çözümlemesinin dramatik olarak buluştuğu yerdir; güvenin kaybı yalnızca duygusal bir reaksiyon değil, sosyal sistemin işlemezliğine dair yapısal bir belirti, o sosyolojinin hâl-i pürmelâline dair alarm veren bir alamettir.
Kullandığım “iktidar” kavramının sadece tikel haliyle yani hükümetleri, siyasi partileri ya da salt siyasi mecraları değil tüm kamusal alanı işaret ettiğinin altını çizmeliyim. Zira kültürel iktidarın da iktisadi iktidarın da hukukî iktidarın da bilimsel iktidarın da ayrı ayrı etki alanlarını göz önünde bulundurduğumuzda “iktidar” kavramı sadece bir ülkenin yönetimindeki yürütme ve yasama unsurlarını ihtiva eden tikel bir kavram olmaktan çıkar, onun da dahil olduğu daha tümel bir forma kavuşur. Ben de bu tümel haliyle söz konusu kavramı ele aldığımı ifade ederek devam edeyim.
Toplumun bilgiyle kurduğu bağ tek başınalık ya da müstakillikle açıklanamaz. Toplum, elde etmek istediği bilgiyi o bilginin organik bağı konumundaki kurumlara duyduğu güvenle ilişkilendirerek alır. Eğer bir kişi akademisyen olduğunda, o kişide belirli bir bilgi düzeyine sahip olduğu varsayar ve bu varsayımı üniversite kurumu ile müşahhas kılar yani somutlaştırır. Ancak bu varsayımın artık geçersiz olduğu, sahte diplomaların konuşulduğu bir düzende, yalnızca bireysel şüphe değil, toplumsal güvensizlik de kurumsallaşır. Bu noktada ortaya çıkan şey, Foucault’nun bahsettiği anlamda bir bio-iktidar değil, doğrudan bir logos-iktidarıdır. Bu, şu demek: Hakîkatin, hakîki olanın yerine geçen simgesel otorite. Bu simgelerin, her ne olursa olsun ister diploma ister unvan ister kadro, hangi formda karşımıza çıkarsa çıksın görevleri artık bilgiyi temsil etmek değildir. Bu simgelerin görevi iktidarın belirlediği sadakat ve biat çizgilerini temsil etmektir. Böylece bilgi, hakîkati değil, itaati yeniden üreten bir kodlamayla en baştan programlanır. Peki daha kötüsü ne? Bu soruya Kafka’yı hatırlayarak cevap vereyim; kanıksamak…
Sahte olan şey sadece “sahte” değildir; aynı zamanda meşrûdur. Çünkü sistem, sahte olanı dışlamaz; tersine onu içererek normalleştirir. Bu normalleştirme sürecinde medyanın, siyasetin ve bürokrasinin kolektif suskunluğu ise çok belirleyicidir. Bu kolektif suskunluktan cesaret alarak neş’et eden sosyal sessizlik, bir toplum düşebileceği en talihsiz düşünsel ve bilişsel seviye olmakla birlikte söz konusu tümel iradesizlik sadece cehaletten değil; çoğu zaman da söz konusu sahteciliğin parçası olmamaktan kaynaklanan bir yalnızlıktan da türeyebilir. İşte bu durum tam da Hannah Arendt’in, aynı zamanda meşhur kitabının da başlığında olan kötülüğün sıradanlığı kavramını işaret eder. Artık toplumlar sahteciliği yadırgamaz, kendi başlarına gelmediği sürece de ona göz yumarlar. Foucault’nun disiplin ve gözetim kavramlarını düşündüğümüzde, bu sistemin en büyük ironisiyle karşı karşıya kaldığımızı fark ediyoruz. O da sahte olanın gözlendiği, ayıplandığı, teşhir edildiği değil, bilakis korunduğu bir yapı içinde yaşıyor olmak ve sahte olanın meşrulaştırdığı, normalleştirdiği, câzip hale getirdiği, olağanlaştırdığı ve yalnızca sahte akademisyenlerin değil; sahte kanaat önderlerinin, sahte ahlakçıların, sahte din adamlarının, sahte medyacıların da içinde rahatça nefes alabildiği bir negatif evrenin yozlaşmış oksijenini teneffüs etmeye mecbur bırakılmanın insana acı veren farkındalığında varmaktır.
Bu meselenin yalnızca eğitim meselesi olmadığı gayet açık. Bu mesele hakikat, meşruiyet ve etik bağlamında topyekûn bir düşünsel, bilişsel, politik, ferdî ve sosyal bir krizdir. Sadece akademisyenlik değil, her türlü kamusal sahtecilik, sistemin yanlışlıkla ürettiği bir sapma değil; onun içsel işleyiş mantığının dışavurumudur. Ve bu gayrı meşrûya olan temayül devam ettiği sürece, yalnızca diplomalar değil, toplumun bütün vicdanı sahteleşme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Her toplum kendisini yalnızca yasa ile değil, ortak bir etikle İbn Sînâ’nın deyişiyle hiss-i müşterek inşa eder. Bu etik farkındalık, çoğu zaman yazılı kurallardan daha güçlüdür; çünkü insanlar adaleti yasalardan çok, adil olanın sezgisel bilgisiyle algılar. O nedenle bir toplumda güven yıkıldığında, yalnızca kurumlar değil, insan-insan ilişkileri, nesil nesil aktarılan gelenekler, hatta dilin kendisi bile çözülmeye başlar. Etik, toplumsal dokunun görünmeyen örgüsüdür; bozulduğunda yalnızca davranışlar değil, aidiyet biçimleri, karşılıklı sorumluluk duygusu ve geleceğe dair tasavvurlar da aşınır. Modern toplum, en çok da güvene ihtiyaç duyar; çünkü bireyin gözle göremediği karmaşık sistemleri, ancak bu görünmeyen harçla bir arada tutmak mümkündür. İşte bu yüzden güven krizi, yalnızca bir kamu idaresi arızası değil; toplumsallaşmanın kendisine yönelmiş bir tehdittir.
Bugün Türkiye’de birey ile kurum arasındaki o kırılgan sözleşmenin parçalandığını üzülerek müşahede ediyoruz. Zira Rousseau’a atıfla ifade edecek olursam “söz verilmiş” ama tutulmamış bir düzende, hakîkat kendi ağırlığını kaybeder. Artık doğruyu söylemek değil, “doğru” görünmek önem kazanır. Burada etik, yalnızca bir davranış meselesi olmaktan çıkararak ontolojik bir soru formuna dönüşür: “Gerçekten var mıyız, yoksa yalnızca görünüyor muyuz?” Ve bu sorunun cevabı, yalnızca sahte diplomalarda değil, gündelik hayatta, iş yerlerinde, ekranlarda, sınıflarda kısaca kamusal alanın her yerinde ama bir taraftan da aynalarda gizlidir.
Uygarlık tarihine baktığımızda güven, ne zaman ki bir soyutlama olarak değil de somut bir ilişki olarak yaşandıysa; orada toplumun yeniden kurulabildiğini ve kendini ikame edip yenileyebildiğini görürüz. Aksi halde bireylerin yalnızlaşan kuşkularına gömülerek, fert olmaktan çıktıkları gibi toplum olmaktan da çıkmaya mahkumdurlar. Jean-Jacques Rousseau’nun “İnsan doğar doğmaz zincire vurulmaz; fakat zincirlerini kendi sessizliğiyle örer” sözünden hareketle bugünün zincirlerinin, ahlaki suskunluk olduğunu üzülerek kabul etmeliyiz. Zira Bulgar kökenli ünlü edebiyatçı ve oyun yazarı Elias Canetti’nin de dediği gibi “Kitle, yalnızca inandığı sürece sessizdir. Ama inancını yitirmiş bir kitle sustuğunda, bu artık sessizlik değil; çöküştür.”